savaş kaçınılmaz değildir
-
yaklaşan "ırak savaşı" tehlikesine karşı sağduyulu insanların düşüncesi.
bu konuda akp grup başkanvekilliği'nin 0312 420 65 13- 14- 15 -16 nolu meclis telefonlarını arayıp muhalefetinizi dile getirebilirsiniz.
bu savaşın yolu türkiye'den geçmektedir.bu bayram ülkemizi kurban etmeyelim -
türkiye cumhuriyetinin tamamen kendi iradesiyle savaşa girmeyerek, gerçek anlamda bağımsız olduğunu göstermesi amacıyla, üzerinde düşünülmesi gereken bir gerçek idi**.
-
savaş kaçınılırdır şeklinde kurulsa idi çok salak duracak olan cümle
-
konu hakkında uğur ipekçi'nin fevkalade yazısı için
http://www.haberturk.com/…aberturk?@=81030&pid=2033 -
savaşın kaçınılmaz olmadığını bilip de insanların canını metalarla kıyaslayanları (hele de kendisinin elinin bile sürdürülmeyeceği metaları düşleyen duble salakları) tarih affetmez..can dündar'ın da dediği gibi:
"tarih sizi affetmez
"insanların hayatında olduğu gibi devletlerin hayatında da zor karar anları vardır" dedi hassas konuya girerken tayyip erdoğan...
evini geçindiremediğinden, karnı zil çalan çocuklarına, komşularını öldürecek adama yataklık etme telkini yapan bir baba edasındaydı:
konuşmasının satır altlarında "siz zor bir şey yapmayacaksınız" diyordu, "sadece katili pencereden alıp komşunun kilerine sokacaksınız. gerisini o halledecek".
alkışlamadı, tersine aynı mahallede büyüdüğü komşusunu hançerleyecek olmanın utancıyla sustu dinleyenler... bunun üzerine kürsüdeki adam, büktüğü işaret parmağını başparmağına sürterek, "tamamen duygusal" bir çağrışımla yatakçı adaylarının vicdan azabını dindirmeyi denedi:
"çok uğraştık, katile engel olamadık. madem ki saldırı kaçınılmaz, bari biz de katılalım. hem iş bittiğinde yüklü bir harçlık da koparacağız."
dondurmacı taktiği
"ahlaken" karşı olduğun bir savaşa "(çı)kar dürtüsüyle" girmek ahlaksızlıktır.
akp’li vekiller bugün meclis’te bir ahlak sınavına girecekler.
görünen o ki, tarihi ve dini gönül bağlarını, parti programlarını, "savaşa hayır" sloganlarını bir kenara koyup, emir komuta zinciri içinde amerikan taleplerine oy verecekler.
halkla değil, güç merkezleriyle raksetmenin diyetini ödeyecekler.
islami vurgularla hükümet olup, ilk icraat olarak müslüman bir ülkeye saldırı izni veren bir hareket olarak tarihe geçecekler.
ne hikmetse, israil’le savunma işbirliği anlaşması yapmak, imam hatiplerin sonu olacak sürece imza atmak ve sarıklıları yoldan toplatmak işi de erbakan’a yaptırılmıştı.
gözbağcılığın ilgi alanına giriyor bu...
gerçek iktidar, seçim sabahı size iktidar olduğunuz hissini yaşatıyor, sonra da birkaç aylık "ıslah programı"yla sizi kendine benzetiyor.
sonunda maraş dondurmacısındaymış gibi, külah elinizde sanırken, adam maşayı çekiverince ağzınız açık ortada kalıveriyorsunuz.
seçime ne hacet?
her gelen aynı sazı çalacak, her hükümet sadece söyleneni yapacaksa niye seçimle vakit kaybediyoruz ki?
ekonomide hazır reçeteler uygulanacaksa,
güvenlikte tabulara dokunulmayacaksa,
diplomaside dayatılan çizgi aşılamayacaksa,
savaşa ilk imzayı "savaşa hayır" diyenler koyacaksa,
kıbrıs’ta çözüm vaat edenler çözüme mani olacaksa,
anayasa ancak "milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde" savaş ilanına cevaz verirken meclis, ülkeyi, meşru dayanağı bulunmayan bir savaşa sokacaksa,
bunca parlamenter, kendi tabanının sesini hiçe sayarak o savaş lehine parmak kaldıracaksa,
seçime, meclis’e, bunca partiye ne hacet.
bize bir "teknisyenler hükümeti" yeter.
haydi ahlak sınavına!
insanların hayatında da, devletlerinki gibi zor karar anları vardır.
bugün milletvekilleri o anlardan birini yaşayacak.
"aramızda para toplayalım, borcumuz neyse ödeyip şu diyetten kurtulalım" diyen, "zilletle (horlanarak) yaşamaktansa illetle (hastalanarak) ölmeyi yeğle"yen halkın vekilleri!..
seçmeniniz bugün size bakıyor olacak:
haydi kaldırın da elleri görelim!..
http://www.milliyet.com.tr/…02/06/yazar/dundar.html -
ali kırca'nın yazısı:
sabah saat altıya doğru gün ağardı.. şehir uykusuzdu.. istanbul, depremden
bu yana böyle bir gece geçirmemişti.. geceyi sokaklarda, açık alanlarda ya
da sığınak niyetine apartmanların bodrum katlarında geçirenler, havanın
aydınlanmasıyla birlikte bombardımanın dehşetini görmeye başladılar.
neredeyse her mahallede, her sokakta yıkılmış bir bina vardı..
şehrin üstüne yoğun bir duman bulutu hakim olmuştu.. yedi tepenin yedisinde
de alevler yükseliyordu yer yer.. özel araçlar kornalarını sürekli çalarak
hastanelere yaralı taşıyordu..
apartmanlarda, evlerde, yakınlarını kaybedenler acı ve korkuyu birlikte
yaşıyordu..
çünkü, günün ağarmasına rağmen bombardıman aralıklarla devam ediyordu..
gecenin ilk saatlerinde elektrik santrallerini vuran füzelerle birlikte koca istanbul karanlığa gömülmüştü.. televizyonlardan haber almak
imkânsızdı.. sadece bir kaç radyo istasyonu yayındaydı.. transistörlü
radyolardan ya da arabalardaki oto radyolarından alınan kırık-dökük
haberlerle neler olup bitiği anlaşılmaya çalışılıyordu.. ankara'dan hiç
haber yoktu.. şehir sahipsizdi sanki..
caddelerden hızla geçerek megafonlarla anons yapmaya çalışan askeri araçlar,
halkı sığınaklardan çıkmamaya çağırıyordu.. saldırı devam ediyordu çünkü..
sığınaklar mı? böyle bir olanak yoktu ki çoğu binada.. binaların önünde herkes birbirine sarılmış titreşiyordu.. hava soğuk ve
pusluydu..
saat sekize yaklaşırken, kulaktan kulağa yayılan ilk haberler, ölü sayısının
onbinleri bulduğunu söylüyordu..
yaralıları hastanelere taşıyan araçlar, çaresiz kalmıştı.. çünkü
bombardımanda bazı hastaneler de isabet almıştı.. şehrin güneybatı
mahallelerinden gelenler, cerrahpaşa hastanesinin bir füzenin düşmesi sonucu
yerle bir olduğunu anlatıyordu.. hastalarla doktorlar birlikte ölmüştü..
ölenler arasında, saldırının ilk saatlerinde yaralanarak hastaneye götürülen
ve bahçede bekleşmekte olan yaralılar da bulunuyordu.. büyük bir medya
merkezinin de saldırıda isabet aldığı söyleniyordu.. ancak, hangisi olduğuna
dair söylentiler çeşitliydi.
vilayet binası ve belediye de vurulmuştu.. askeri garnizonlar alev ve duman
bulutu içindeydi..
sürekli olarak cep telefonlarıyla yakınlarına ulaşmaya çalışanların çabaları
sonuçsuz kalıyordu hep.. sağırdı telefonlar.. ancak, saat dokuza doğru gsm
operatörlerinden biri devreye girdi.. saldırının belki de en ağır sonucu
olarak, kendilerini dünyadan soyutlanmış, yalnız ve
çaresiz hissedenler için iyi bir haberdi bu..
herkes çevresinde cep telefonu çalışan birini bulmak için çırpınıyordu..
şehir, birbirine ses vermeye başlamıştı..
saat on.. bombardıman durur gibi oldu.. uçaklar birdenbire çekildiler sanki
istanbul'un gökyüzünden.. uçaksavarların da sesleri kesildi..
alevlerin şehri saran tuhaf hışırtısı dışında ürkütücü bir sessizlik oldu
bir an.. etiler'den barbaros bulvarı'na inen yokuşun başında, televizyon
binasının önünde kamerasıyla bekleyen şef kameraman selim, saatlerdir ayaklarının dibinde duran kamerasını hatırladı.... saatlerdir olup biteni kamerasıyla değil, gözleriyle kaydetmeye çalıştığını
fark etti.. binanın önünde donmuş gibi duruyordu.. kıpırdamadan.. sözün ve
görüntülerin bittiği bu anda yapılacak hiçbir şey yoktu sanki.. ürkütücü
sessizlikle birlikte yavaşça kamerasına eğildi..
ağır hareketlerle omzuna yerleştirdi. gözünü vizöre dayadı.. objektifi
gökyüzüne doğru çevirdi.. siyah dumanların ve kara bulutların arasından
sızılan güneş ışığı ince bir huzme halinde kamerasına sokuldu..
sonra hiç farkında olmadan şehrin kuzey yönünden doğru gelen homurtuya doğru çevirdi kamerayı..
sol gözü kapalıydı.. dünyayı vizördeki sağ gözünden izliyor ve kaydediyordu.. homurtu giderek arttı.. adeta gökgürültüsüne dönüştü.. tuhaf ve korkunç bir ses giderek büyüyor, giderek yaklaşıyordu.. kamerasıyla
sesi izlemeye devam etti..
birden, kamerasında o ana kadar hiç görmediği bir şeyi fark etti..
kameranın vizöründe dev bir balina... havada süzülerek uçan bir balina...
düş gördüğünü sandı... çekime devam ederken öteki gözünü de açtı... çıplak
gözle de gördü... dev bir füzeydi bu... balina kadar büyük bir cruise
füzesi...
bulvarın tam ortasından ve yerden sadece onbeş, yirmi metre yükseklikten,
binaların arasından homurtularla süzülerek gidiyordu...
böylesi bir kurgu filminde olabilirdi ancak... ya da bir karabasanda...
aynı anda, yolun iki tarafındaki kaldırımlarda bulunanlar da nutku tutulmuş
gibi, bulvarın tam ortasından geçen bu dev balinaya bakıyordu... ne bir ses,
ne bir çığlık... istanbul semalarında sadece
uçan balinanın homurtusu...
şef kameraman selim, omzundaki kamerayla dönerek boğaz tarafına doğru yol
alan füzeyi arkasından izledi... füze, vizöründe hızla küçülürken, arkadan gelen ikinci füzeyi fark edemedi... birinci füze uzaklaşırken, ikincisi aniden kameranın açısına girdi... ikisi de aynı yöne doğru
uçuyordu... kaydı kesmedi...
ilk füze, son anda küçük bir yön değişikliğiyle, boğazın karşı kıyısında
bulunan çamlıca tepesi'nde, televizyon verici kulelelerine çarptı...
kulelerin bulunduğu yerden duman ve alevler yükseldi bir anda... patlama
sesi istanbul'u salladı... hedefin ne olduğu belliydi...
ama ikincisi... yön değiştiremedi... doğrudan, kulelerin altında bulunan mahallelerin tam ortasına vurdu... alevleri ve dumanları gördü vizörden...
ancak hiçbir ses duymadı... kulakları sağır olmuştu sanki.. bildiği tek şey
"evi"nin orda olduğuydu... karısı, annesi ve çocukları ordaydı... donmuş
gibiydi...
önündeki arabanın kapısının açıldığını ve arkadaşlarının kolundan çekerek
"atla, çabuk" dediğini neden sonra fark etti... hızla sahile indiler...
karşı tepeler yanıyordu... öteki kameramanlarla birlikte çekime
başladılar... sahilde, tam karşıdaki "kıyamet"in ilk görüntülerini en yakın
mesafeden "zoom"layarak çektikten sonra köprüye
yönelecek ve "felaket mahalli"ne ulaşmaya çalışacaklardı...
o ise, bir an önce evine, çocuklarına doğru koşar adım gitmek istiyordu...
arkadaşlarıyla birlikte, sahildeki çekimlerin son planı
için sola doğru "pan" yaparak döndüklerinde, kameranın objektifine giren görüntüyü önce algılayamadılar. hiçbir şey düşünmeden çekim yapmaya devam ettiler... şuurlarını kaybetmişçesine kaydettikleri görüntünün ne olduğunu birkaç dakika sonra fark edeceklerdi
istanbul'u birbirine bağlayan iki boğaz köprüsü, arka arkaya, omuzlarından
kopmuş kollar gibi paramparça sulara sarkıyordu...
bir şehir değil, bir yürek orta yerinden ikiye bölünmüştü sanki... acılarıyla başbaşa ve yapayalnız...
telsizler, çamlıca'nın aşağı mahallelerinde ölü sayısının şimdiden yüzleri
bulduğunu söylüyordu...
****
bu görüntüler ve bu öykü, bir kurgubilim filminden alınıp aktarılmadı bu yazıya... oniki yıl önce, 17 ocak sabahı, yeryüzünün bir şehrinde "aynen" yaşandı... önümüzdeki haftalarda belki yeniden yaşanacak...
şehrin adının istanbul değil de bağdat olması sizce fark eder miydi?
ya da... fark eder mi?
* -
sözlükte başlattığım savaş karşıtı kampanyaydı. ve evet gördük ki hayat entrylerdeki kadar naif, umut dolu olamıyor ve üstüne üstlük naif düşler kuranların çoğunlukta olduğu ülkelerin elinde patlıyor.
-
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap