hesabın var mı? giriş yap

  • iskambil kağıtlarındaki asın yani birlinin halkı temsil ettiği. fransız ihtilali'nden önce bu kart normalde iskambil kağıtlarının en düşük değerli kartıymış fakat ihtilal olup halk iktidarı ele geçirdiğinde kral kağıdının da önüne geçip, kağıtların en değerlisi olmuş. ufkum açıldı yemin ederim.

  • bugun kilo verme ile alakali inanilmaz bir deneyim yasadim. sirtimda 2 adet canta, 2 notebook, external diskler, elimde iki adet kitap dolu torba ile evden iceri girdim ve girerken acaba su an kac kilo cekiyorum diye sacma ama sonucunun boyle olacagini tahmin etmedigim bir soru isareti belirdi.

    ciktim tartinin ustune, tam 105 kilo cekiyordum. eski kilomdu, vermeye basladigimda uzun suredir 105'tim ve 2013'un mayis ayinda kendi capimda kilo verme denemelerine baslamistim. esimle gulduk ettik, eglendik ancak tartidan inip, elim ve sirtimdakileri bir kenara biraktigimda kafamda simsekler cakti. bi dk lan dedim, su an tam 15 kilo daha azdim 105'ten. elim ve sirtimdakiler 15 kilo, ben 90 kiloydum ve ciddi agirlardi. 15 kilo vermeden evvel ayaklarima ne tasittigimi ve kilo verme ile alakali inanilmaz bir terapi ile karsi karsiya oldugumu farkettim. evet bu resmen bir terapiydi.

    halen bir 10 kilo daha fazlam var, vermem lazim. ıdeal kilom 80 civari ve ben su andan itibaren cok daha motive bir sekilde vermek icin elimden geleni yapmaya hazir hissediyorum kendimi!

    tanim: enfes birsey, siz de fazlaliklarinizi verin, kurtulun!

  • "oğlumla evimin bahçesinde futbol oynarken ikimiz de en sevdiğimiz futbolcular olurduk. oğlum ben olurdu, ben ise olcay ."

    zlatan ibrahimoviç

  • beşiktaşımın 5-1 kazanarak ,
    10 maç yapsalar 10 galibiyet alacaklarını düşünen kasımpaşalı yöneticiye ,
    spora ya da rakibe saygısı olmayan donk isimli ahlaksıza ,
    tayyip diye inleyip duran kudurmuş kasımpaşa taraftarcıklarına ve bu siyasi söylemi kısmayan lig tv ye ,
    emenike daha çok üzülmesin diye kart göstermeyen hakeme ve bunu destekleyen mhk ile federasyona ,
    sözlükte öten galatasaraylı efendilikten nasibini almamış ergen trollere
    koyup geçtiği bir maç olmuştur.

    şampiyon oluruz olamayız bilemem ama bu maçın anlamı budur.

  • sebebi çok basittir.

    mahallende, sokağında yola iki tane taş koyup su topu oynayamazsın.

    futbol yaygındır.

    lisede kola kutusunu ezip futbol oynamış bir neslin üyesi olarak söyleyebilirim ki ezilmiş kola kutuları yere vurduğunda sekmez. onunla basketbol oynama şansın yoktur.

    voleybol ve hentbol topu ile de hakeza bulduğumuz anda futbol oynardık.

    ulan bak sana ben nasıl anlatayım? voleybol oynamak için file bulamazdık, eskaza file denk gelirse de kendi icadımız olan (ki oldukça yaygındır) "ayak voleybolu" oyununu oynardık.

    sanırım anlaşılmıştır.

  • papalığın türklere geçmesiyle sonuçlanırdı, zayıflayan memluklerin de osmanlı hakimiyetine girmesi çok zaman almayacağından gerçek bir pontifex maximus görebilirdik uzun bir aradan sonra.

    şaka bir yana eğer fatih erken ölmeyip devasa italya seferini gerçekleştirebilseydi, karaya çıkar çıkmaz karşılacağı napoli ordusunu saf dışı etmesi çok uzun sürmez ve böylece roma yolu kolayca açılırdı. kuzeye ilerleyen istila ordusu karşısında savunmasız kalan papa ve çevresi hızlıca romayı boşaltıp fransadaki topraklarından yeni bir haçlı seferinin hazırlıklarına başlar, bu arada ülkesiz kalan napoli hanedanı da ispanya tahtında hüküm süren güçlü kuzenlerinin yanına sığınarak kaybettiklerini geri almak adına ispanya'yı söz konusu haçlı seferine katılmaya ikna etmeye çalışırdı. istilanın haberi o dönemde burgonya yüzünden savaşın eşiğinde olan fransa ve hapsburgları muhtemelen olası bir çatışmayı ertelemeye ikna edecekti çünkü yeni birleşen ispanya türklerin sicilyayı tehdit etmesinden oldukça rahatsız olacak, napoli ve milan üzerinde uzun süredir hak iddia eden fransa monarşisi hayallerinin suya düşmesini istemeyecek ve avusturya hapsburgları bütün güney sınırlarının türklerin eline geçmesi gibi bir ihtimali kesinlikle kabullenmeyecekti.
    bu senaryoda en ilginç yeri ise yarımadanın kuzeyine hükmeden floransa, milan ve venedik işgal edecek ve dönemin osmanlı dış politikası ışığında muhtemelen sultan'ın temsilcileri floransa ve milanın tarafsız kalması karşılığında bağımsızlık garantisi verecek ve anlaşmayı daha da çekici kılmak adına bu prensliklerin yarımada üzerindeki hak iddialarını destekleyecekti. istilanın hızı ve yıkıcılığı karşısında şaşıran venedik ise muhtemelen bir kaç yıl önce sultanla yaptığı barış anlaşmasını korumaya çalışmaktan başka bir hamlede bulunmayacaktı.
    lorenzo ve ludivico sultan'ın çekici teklifleri ve yarımadanın kaderi arasında bocalarken, savunmasız roma doğu roma'nın başkentine benzer şekilde yağmalanmaktan kurtulamayacak ve önünde roma'dan alplere kadar uzanan geniş düzlükler bulan güçlü osmanlı süvarisinin kuzeye ilerlemesi durdurulamayacaktı; istilayı tehlikeye düşürecek kadar büyük bir ordu toparlayabilecek olan tek hükümdar olan fransa kralı louis xi için muhtemelen bu orduyu ölümü beklenen yaşlı papanın yerine, hemen fransanın dibindeki avignon'a sığınan curia'yı baskı altına alıp kukla bir papa seçtirmek, düz bir coğrafyada osmanlı süvarisiyle çarpışmaktan daha mantıklı bir seçenek olacak, louis'in en büyük rakibi maximillien ise sınırlarında bu derece büyük bir fransız ordusu olduğu halde ve istilayı macaristan tahtını hapsburg etkisinden korumak adına büyük bir fırsat olarak kullanacak matthias corvinus ensesindeyken, yarımadaya büyük bir ordu göndermek konusunda pek istekli olmayacaktı.
    floransa ve milan'ın sultanın şartlarını kabul etmesi halinde ilk aşamada medici ve sforza aileleri, eğer bu aileler iktidarda kalmaya devam ederlerse tüm floransa ve milan halkı avignon tarafından aforozla tehdit edilecek ve daha önce defalarca gerçekleştiği gibi, bu italyan prensliklerinin yeni bir kardinaller meclisi atayarak bir anti-papa seçmesi kaçınılmaz olacak ve böylece osmanlılarla müttefik olmasa da, düşman da olmayan yeni bir papa seçilecek ve sultanın da yardımıyla restore edilen roma'ya yerleşen söz konusu papa, fatih'i asıl amacına, yani yüzyıllar sonra doğu ve batı kilisesi tarafından tanınan ilk roma imparatoru* olarak tahta çıkmaya hiç olmadığı kadar yaklaştıracaktı.

  • orta amerika, güney amerika ve şimdi kuzey amerika'nin baş belası bir böcek. latincesi (bkz: triatoma infenstans) öpücük böceği chagas hastalığına neden olan hastalık taşıyan parazitlerdir. öyle ki tahtakurusu familyasından olan bu böcek türünün en sevdiği şey kandır. kanla beslenen bu parazit malesef bir çok insanın ölümüne sebep olmuştur. genellikle gece yatarken insanlara saldıran bu böcek, daha çok yüz çevresi ve en önemlisi dudaktan kan emmeyi sever. dudaktan kan emmesiyle ve dışkısını bıraktığında ölümcül chagas hastalığına yakalanabilirsiniz. tahtakurusu gibi insanları ve köpekleri uykusunda yakalar. ısırılan yerlerde şişlik ve iltihap olması kaçınılmaz. bu durumda hemen bir doktora başvurmalisiniz. grip gibi başlayan ve sonrasında daha kötü hal alan bu hastalığı erken teşhis şart! neyse ki ülkemizde bulunmayan bir böcek türü.

    görüntüsü

  • adam şuradan doktoram var derken (ben buralara böyle geldim diyor yani)

    o da gülerken, bizim de reisden dorpil var ihihiig

    gülüşü o.

    işte erdoğan'ın ülkeye getirdiği kitle. bu adamların bir başarıları bir varlıkları yok. varlıklarının tüm vücut bulmuş hali torpilden ibaret.

    türkiye neden büyük bir ülke olamayacak? kanıtı.

  • tarım ve hayvancılıkta ilerleyemememizin nedeni başlığında yazdıklarım (bkz: #73280251) buraya da uygun, aşağıya bırakayım:

    uyarayım, tuğla gibi entry'dir.

    1- bölgenin şartlarına uygun olmayan veya düşük verimli ırklar ile yetiştiricilik yapılması: iklim şartlarına ve bölgede mevcut hastalıklara uygun ırkta hayvanlar kullanılmıyor. hatta hangi bölgede hangi ırkın daha iyi sonuç verdiği, klasik teorik bilgilerin ötesinde ar-ge ile belirlenmiş değil. mevcut ırkların hiçbiri uygun değilse bölgeye özel ırkların geliştirilmesi gerekli. bu başlı başına "hayvan ıslahı" adlı bir bilim dalının konusu ve sonuç alınması on yıllar sürebiliyor.

    bu arada, seçilen veya geliştirilen ırkın yalnızca bölgesel şartlara dayanıklı değil aynı zamanda yüksek verimli olması gerekli. aksi taktirde bizim yerli kara en mükemmel seçenek olurdu. klasik bir bilgidir; verim, genetik kapasite ile bakım-beslemenin bileşkesidir. yani, bilimsel olarak mümkün olan en mükemmel şekilde bakım-besleme de yapsanız bir hayvandan alacağınız verim onun genetik kapasitesinin (yani ırkının) izin verdiği kadardır. ırk seçiminde yaptığınız hatayı bakım-besleme ile bir tarafınızı da yırtsanız telafi edemezsiniz.

    netice olarak ya ideal şartlarda çok yüksek verim sağlayan ırklar bölge şartlarında düşük verimli oluyor / hastalanıyor / ölüyor ya da çok çok az verim veren yerli ırklarla / bunların melezleriyle hayvancılık yapılıyor.

    2- hayvanın bakımı-beslemesinin ideal olarak yapılmaması: her ırkın, her yaşın, her fizyolojik durumun (gebelik, sağmal dönem, kuru dönem gibi) bilimsel olarak beslenme ihtiyaçları bellidir. ıslah teknikleri ile yeni geliştirilmiş bir ırkın ihtiyaçlarının ise ar-ge ile belirlenmesi gerekir. buna göre besleme yapmazsanız ırkın genetik potansiyelinden faydalanamazsınız. örneğin günlük 50 litre süt verimi kapasitesine sahip bir ırk da olsa nicelik ve nitelik olarak ideal besleme yapmazsanız 50 litre süt yerine babayı alırsınız. miktar (bkz: nicelik) olarak az veya fazla yem verilmemesi gerektiğini herkes tahmin ediyordur ancak nitelik üzerinde durmak istiyorum. her bir hayvanın alması gereken proteinin, karbonhidratın, yağın, lifin, vitaminin, mineralin miktarı, bunların birbirine oranı, hangi yem maddelerinden temin edildiği, yem maddelerinin her birinin kalitesi önemli. belli yem maddeleri toplamın içinde belli oranın üzerinde olmamalı gibi bir sürü kural var. bütün bunlar da hayvan besleme adlı bilim dalının konusu. yemdeki besin maddeleri oranlarını çuvalın üzerinden okuyanlar için kötü haberim ise 3. maddede (aaaz sonra).

    beslemeyi anlattık, gelelim bakıma. yetiştirici vatandaş sığırı, mandayı, koyunu, keçiyi insan zannediyor. arkadaşım bunlar insan değil. her birinin ihtiyaçları insanınkinden farklı ve bilimden yardım almazsan kendinle kıyaslayarak doğruyu bulamazsın. ideal ortam sıcaklığı örneğinden gidelim. süt inekleri için dar konfor zonu (+4)-(+18) °c, geniş konfor zonu (-15)-(+25) °c'dir. yani senin bir tarafının donduğu soğukta elemanlar gel keyfim gel yapıyor, senin "burası biraz sıcak galiba" dediğin ortamda onlar sıcaklık stresine girip süt verimlerini azaltıyor. sıcaklık dışında barınak, nem, havalandırma, altlık, temizlik gibi gerçekten çok sayıda ihtiyaçları var. bunların her biri yaşa ve fizyolojik duruma göre değişebiliyor ve bilim insanları her birinin ideal şartlarını ar-ge ile belirlemiş. yani babam böyle yapıyordu iyi oluyor, mehmet ağa şöyle yapıyormuş ben de öyle yapayım gibi bir durum değil. aynı besleme gibi optimum bakım şartlarını sağlayamazsan maksimum verimin altında performans alırsın, hatta yetiştirme hastalıklarına yol açarsın (bkz: madde 4).

    3- girdi maliyetlerinin yüksekliği: normalde bir hayvancılık işletmesinin tüm giderlerinin içinde yemin payı % 70'tir. yani sırf bu kalemin fiyatının yüksekliği kârlılığı önemli ölçüde etkiliyor. elin hollandalısı, yeni zelandalısı hayvanını meraya salıp sıfır yem maliyetiyle hayvancılık yaparken bizim yetiştirici hayvanlarını çıkaracağı doğru düzgün mera bulamadığından yüksek fiyattan yem satın almak zorunda kalıyor (varan 1). ülkemizde 1970 yılında 21 milyon küsur hektar mera alanı varken 2014 yılında yarı yarıya azalarak 10 milyon küsur hektara düştü. mera kalitesi mevzusuna girmiyorum bile ama sadece şunu söyleyeyim vahimden de öte.

    mera yoksa ve kaba yemi (bkz: ot) yüksek fiyattan satın almak da istemiyorsa kendi üretmesi lazım ama bu da başka bir soruna takılıyor: tarım ve hayvancılıkta neden ilerleyemiyoruzun "tarım" kısmı (varan 2). almanya'da tüm ekilen alanlar içinde yem bitkilerinin oranı % 40 iken bizde % 3. bunda girdi maliyetlerinin yüksekliğinin yanı sıra bilinçsizlik de etkili: sebze = sebze, tahıl = tahıl, yem bitkisi = et ve süt.

    bu işin kaba yem ayağı. bir de konsantre yem (fabrika yemi) olayı var. bu yemin içine giren ham maddelerin önemli kısmı ithal olduğundan (bkz: türk lirasının değer kaybetmesi) fabrikacı ucuza mal edemiyor ki ucuza satsın (varan 3).

    fabrika yeminin içinde ne olduğu da fabrikacının insafına kalmış. bilin bakalım bu yemlerin etiketinin üzerinde yazanla tahlil sonuçlarını karşılaştırınca ortaya ne çıkıyor? (bkz: az kişinin bildiği muhteşem tahlil sonuçları) (varan 4) sonuçların vahametini tahmin için tarım bakanlığının insan gıdası tahlil sonuçlarından faydalanabilirsiniz (bkz: gıdalarda taklit ve tağşiş yapan firmalar).

    velhasılıkelam ne hayvanlarını otlatabiliyor, ne yemi kendisi ucuza mal edebiliyor, ne yemi ucuza satın alabiliyor, ne de pahalı aldığı yem kaliteli.

    4- hayvan hastalıkları: tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir sorun. sürüdeki bazı hayvanlar hastalanır, veteriner çağrılır, hastalara ilaçlar ve sağlamlara aşılar yapılır, iyileşmeyenler olursa bunlar kesilirken iyileşenler ve hastalanmayanlar üretime devam ederler ve sonsuza dek mutlu yaşarlar. çok romantik oldu. ama gerçek hikaye bu değil. aslına bakarsanız gerçek hikayeyi tam olarak ne yetiştirici bilir ne de çoğu veteriner.

    hikayenin orijinalinde sürü zaten hastalık deposudur. bunların bir kısmı insana geçen hastalıklardır. hayvanların doğal seleksiyonu sonucu ve hastalık mikroplarının tamamına yakınında bulunan bir özellikten dolayı mikroplar ile sürü beraber yaşamaktadır. ne yetiştirici bilir ne de veteriner muayenesinde ortaya çıkar. çünkü enfeksiyon subkliniktir, yani herhangi bir hastalık belirtisine yol açmamaktadır.

    "ne zararı var öyleyse" diyorsun çiftçi kardeşim. anlatayım. verimi düşürür; ete, süte, yumurtaya geçerek seni-beni hasta eder; hayvanlar sağlıklı zannedildiği için alım-satımla ve diğer hayvan hareketleriyle her yere yayılır; senin süründen başka sürüye, başka sürüden senin sürüne hastalık değiş tokuşu yaparsınız, hayvan alıp sattım zannederken mikrop alıp satarsınız; bütün ülkedeki hayvanlara bulaşır, laboratuvar testlerinde ortaya çıktığından hayvanını ve hayvansal ürününü ihraç edemezsin, hastalığı yok edemeyen bir ülke durumuna düşersin; sürüde bağışıklığın düştüğü zamanlarda salgın hastalık olarak ortaya çıkar, ölümler durup hastalık belirtileri geçince hastalık yok oldu zannedersin ama çoğunlukla mikrop eski sinsi subklinik pozisyonunu alır, aynı maceraları baştan yaşayacağı zamanı beklemeye koyulur. salgın olarak ortaya çıkınca hastalık "girdi" zannedersin ama düşman zaten içeridedir, sorunun kaynağını hep başka yerlerde ararsın. "verimi düşürür" derken, "gizli" enfeksiyon öyle verim kaybına yol açar ki salgın durumundaki verim kaybın, veteriner, ilaç, aşı masrafların ve ölüm kaynaklı kayıpların solda sıfır kalır. ama sen bunu bilmezsin. şu inekler için bilmem kaç kilo süt verir dedilerdi vermiyorlar, bu inekler döl tutmuyor, şu danalar yiyor yiyor kilo almıyor, bu sene geçen seneden de kötü geçti dersin ama sebepleri başka yerde arasın. netice olarak subklinik hastalıkların maddi ve manevi (insan sağlığı, ulusal prestij kaybı) zararının haddi hesabı yoktur. bu arada belirti gösteren hastalıklar da subklinik olanlara kıyasla daha az olsa bile devasa maddi kayba yol açar.

    bitmedi. her hastalığın ilacı yok, her enfeksiyonun aşısı yok, her aşı garanti koruma sağlamaz, hiçbir laboratuvar testi hastalarla sağlamları tam doğru ayıramaz. pek çok hastalık mikrobik değildir, düzeltilmesi bazen çok çok zor olan kötü bakım, besleme, çevre şartlarından ileri gelir (yetiştirme hastalıkları).

    uzun lafın kısası hastalıklar hayvanları öldürmekle ve tedavi masraflarına yol açmakla kalmaz hayvancılık yapılmasının gayesi olan verimi de çok azaltır, yani kârı alır götürür, daha kötüsü çoğu kez bunun farkına bile varılmaz.

    5- hayvanların makine olmadığının bilinmemesi (doğru okudunuz): hayvancılığa meraklı sıradan vatandaş zannediyor ki bunlar birer makine. üstelik yılların hayvancısı da öyle sanıyor. bizim hayvanlar böyle az veriyor amma, romanov koyunu varmış bilmem kaç yavru veriyormuş, saanen keçisi varmış tonla süt veriyormuş. miş miş de muş muş.

    sanayide ne kadar ham madde koyarsan ne kadar ürün alacağın bellidir. ıskartaya çıkacak ürün miktarı da bellidir ve oranı düşüktür. bir koyunca kaç alacağını bilirsin. bunlar hemen hiç şaşmaz. yani işin matematiği vardır. bu hayvancıklar makine olmadığından bir koyunca kaç alacağın belli olmaz. elin amerikalısının avrupalısının elde ettiği ve kitapta yazan verim değerlerini elde etmen garanti olmadığı gibi komşun mehmet ağa'nın değerlerini, hatta kendinin geçen seneki değerlerini de elde edemezsin. hasta olur, havalar "değişik gider", yem fabrikan ham maddeyi başka yerden alır, meran aynı otu vermez, hiçbir şey olmasa hayvanın "canı sıkılır" yine de aynı verimi alamazsın. bunlar canlı, bu iş de biyoloji. matematik, fizik, kimya değil. kısacası ne alacağın süt, ne alacağın yavru ne de elde edeceğin günlük canlı ağırlık artışı garanti değil. hayvanının yaşayacağı bile garanti değil. bunlara güvenerek yatırım yapmışsan geçmiş olsun. hayvan işte deyip geçme, işletme ekonomisi de bileceksin, girdiyi çıktıyı iyi hesap edeceksin.

    6- hayvansal ürünleri tüketicinin pahalı almasına rağmen çiftçinin ucuz satabilmesi: bu konuyu bilmiyorum. yok aracılar yok tüccarlar deniyor onu anladık da, konunun ehli bir cengaver çıkıp da işin ekonomisini anlatmıyor; bu olay dünyada şöyledir, sanayi ürünlerinde böyledir, ülkemizde eskiden şöyleydi, hayvancılık ürünlerinde ideali böyle olmalıdır demiyor. ben de böyle bir entry'yi dört gözle bekliyorum.

    7- ölçek ekonomisinden bihaber olmak: 5 hayvanın var, ihtiyaçlarını pahalıya aldın, ürününü ucuza sattın. ya 50 hayvanın olsaydı? hayvan sayın 10 kat arttı ama kârın 10 kattan fazla artardı. çünkü girdilerini çok miktarda aldığından ucuza aldın; daha gelişmiş teçhizat kullandın, işte uzmanlaştın veya uzmanlardan yardım aldın, böylece verimliliğin arttı; daha fazla ürünün olduğundan pazarlamada elin güçlendi. ülkemizde hayvancılık işletmelerinin ezici çoğunluğu küçük aile işletmesi. kooperatif işine girmiyorlar, zaten mevcut kooperatifler de olması gerektiği gibi işlemiyor. hadi çiftçinin sermayesi yok işini büyütemiyor, ya parası olan vatandaş? hem işi bilmiyor hem de bilenleri (!) (bu ünlemin sebebi için bkz. madde 8) istihdam etmiyor. zaten bu arkadaş hayvancılık işine girerken de "bu işte iyi para var yaee" diye fizibilite yapmadan yarım metre suya balıklama atlamıştı (bkz: madde 5).

    8- eğitimsizlik: eğitim şart (bkz: klişe). ama sadece çiftçinin eğitimi değil. akademisyeninden bürokratına, ziraat mühendisinden veterinerine (bu gruplar için eğitim yerine kendini geliştirme de diyebiliriz veya sürekli mesleki gelişim, böylece alınmazlar). yoksa çiftçimiz, inekler üşümesin diye ahırda gördüğü her deliği kapamaması gerektiğine, böyle yaparsa soğuktan değil ama zehirli gazlar yüzünden hayvanların zatürre olacağına nasıl ikna olacak; çiftçiye bunu anlatması gereken veteriner ve zooteknistlerden bilmeyenler nasıl öğrenecek; rahmetli hocasının rahmetli hocası tarafından yazılmış türkçe kitabın 20 küsuruncu baskısını okuyarak doçent olmuş akademisyen en son ıslah, bakım-besleme ve hastalıklarla mücadele yöntemlerinden nasıl haberdar olacak?

    maddeler bitti. şimdi 10 puanlık uzmanlık sorusu: bölgeye göre ırk seçimi dedik, ıslah dedik, hayvana özel bilimsel bakım-besleme dedik, işletme ekonomisi dedik, ar-ge dedik. çiftçilerimizin bütün bunlara göre hayvancılık yapabilme ihtimali yüzde kaçtır?

    ortalama bir vatandaşımızın eğitim, kültür ve bilinç durumu belli. peki çiftçilerimiz memleketimizin eğitim ve bilinç skalasının neresinde? yapılması gereken iş aslında yüksek teknik bilgi ve entelektüel beceri gerektiriyor ama işi yapacak olanlar bu bilgi ve beceriye sahip değil. peki bu iş nasıl olacak? bütün bunları devlet -üniversiteleri de işin içine katarak- organize edecek. sektörün topyekün yönlendiricisi olacak. diploma adlı kağıt parçasına sahip lisansiyerler değil kalifiye meslek mensupları yetiştirilecek. bunun sorumluluğu üniversite ve devletin yanı sıra hayvancılıkla ilgili meslek mensuplarının bizzat kendisinde. çiftçiye düşen ise devletine güvenip, bu işin atadan görme şekilde olmayacağını kabullenip modern tekniğe göre hayvancılık yapmak olacak. teknik bilgi ihtiyacını üniversitelerimizin yetiştirdiği ve devletimizin erişilebilir kıldığı teknik personelden temin edecek. birlik olup kooperatifleşecek, işletmesinin ölçeğini büyütecek. sermaye sahipleri de fizibiliteyi iyi yaparak ve teknik bilgiye erişim mevzusunu hallederek elini taşın altına koyacak, orta ve büyük ölçekli işletmeler kuracak.

    gördüğünüz gibi bunlar bugünden yarına çözülecek sorunlar değil. çelik gibi irade ve taş gibi sabır gerektiriyor; devlet, üniversite, araştırma kurumları, -ziraat mühendisi, veteriner, teknisyen gibi- meslek mensupları ve çiftçinin işbirliğini gerektiriyor. çözüm gerçekten çetrefilli ama buna yönelik adım atmadan da sorunların kendi kendine hallolmayacağı çok açık.

    not: iş bu entry'de hiçbir kişi veya kesim üzülmek istenmemiştir, yalnızca durum tespiti amacıyla fotoğraf çekilmiştir.