hesabın var mı? giriş yap

  • bir gün beykoz'da hatalı park yüzünden aracım çekilmişti. çekilen otoparktan aracı teslim aldıktan sonra semte yabancı olmamdan dolayı benim gibi ceza yiyen diğer araçları otopark çıkışında takip etmeye başladım. 3-4 araç artarda 100 metre gittik gitmedik trafik polisi çevirdi konvoyu. meğer o gittiğimiz yol ters yönmüş. tekrar ceza yedik.

  • matematiğin aslında belirli şeyler hakkında konuşabilmek için icat ettiğimiz bir dil olmasından kaynaklanan durum.

    basitçe açıklamak gerekirse: eğer bir dil öğrenmek sözel uğraş olarak kabul edilirse matematik öğrenmek sözel bir uğraştır çünkü matematik bir dildir.

    eğer "sayısal" dediğimiz uğraşlar sayılarla ilgili uğraşlar ise, bu durumda matematik sayısal bir uğraş değildir çünkü matematik sayılarla ilgili değildir. sayılar matematikle ilgilidir ancak matematik sayılarla ilgili değildir. demek istediğim şey, "matematiğin amacı ne" sorusunun cevabı "sayıları anlamak" değildir. çünkü bu soru "ingilizce'nin amacı ne" sorusundan farksızdır. iki sorunun cevabı da basitçe "birbirimizi anlamak" olacaktır.

    matematik dili sözcüklerden, sözcükler ise harflerden oluşur ve matematikteki harflere temel önerme denir. bu temel önermeler kullanılarak cümleler türetilir ve bu cümleler bize zihnimizde var olan ve birbirimize anlatmak istediğimiz birtakım şeylerin tarifini verir. örneğin kümeler zihnimizde var olan bir şeydir ve biz "kümeler vardır" cümlesinden yola çıkarak ne tür kümeler olabileceğini düşünür ve bu kümelerden bazılarının 1,2,3,4 gibi sayılar olabileceği sonucuna varırız. yani sayılar basitçe bizim matematik dilini kullanarak kullanabileceğimiz cümlelerden bazılarıdır ve biz bu cümleleri kullanmasak bile matematik dilinde bir şeyler söyleyebiliriz.

    yanlış anlaşılmaması adına belirteyim: matematik dilinde söylediğimiz bu şeyler her zaman anlamlı olmak zorunda değildir. anlamsız sözcükler uydurup bu sözcüklerle anlamsız cümleler kurabiliriz ancak bu matematiğin bir dil olmadığını göstermez. çünkü aynı şeyi türkçe kullanarak da yapabiliriz. mesela "cugubik yapım hüso sebebiyle" cümlesi benim kendi uydurduğum kelimeler kullanarak kurduğum anlamsız ve türkçe bir cümledir.

    ali nesin'in önermeler mantığı kitabından konuyla ilgili 4 sayfalık bir açıklama bırakıyorum:

    görsel 1, görsel 2
    görsel 3, görsel 4

    sayıların aslında cümleler olduğundan bahsetmiştim. şimdi ingilizce öğrenmek ile toplama çıkarma gibi işlemler öğrenmeyi kıyaslayalım:

    ingilizce öğrenmeye başladığımız zaman bu dil hakkında hiçbir fikre sahip olmayız ve en başta bizlere birkaç kelime söyleyip bu kelimelerin anlamları açıklanır. daha sonra bu kelimeleri birbirleriyle ilişkilendirerek cümleler oluşturmayı ve bu cümlelerle iletişim kurmayı öğreniriz. henüz bu iletişim tekniğini kullanmaya yeni başladığımız için sık sık bu tekniği kullanırken düşünmemiz gerekir. örneğin ilk ingilizce öğrenmeye başladığımız zamanlar bir cümle kurmaya çalışırken zihnimizde o cümleyi oluşturacak olan kelimeleri ve o kelimeleri nasıl bağlayacağımızı düşünürüz. bir süre bu işi düşünerek yaptıktan sonra artık ingilizce yapısına alışırız ve benzer türden şeyler yapacağımız zaman bu işi düşünmeye gerek duymadan yapmaya başlarız. bizim bu işi düşünmeden yapabilmek için ingilizce dediğimiz yapıya sürekli maruz kalmamız ve sürekli bu yapıyı kullanarak pratik yapmamız gerekir. mesela dili ingilizce olan bir dizi izlediğimizde ya da anadili ingilizce olan biriyle konuşmaya çalıştığımızda bu işin pratiğini yapmış ve bu şekilde öğrenmiş oluruz. burada akılda tutulması gereken şey, bizim ingilizce öğrenmeye başladığımız ilk zamanlarda ingilizce konuşabilmek için düşünmek ve mantıksal çıkarımlar yaparak ilerlemek zorunda oluşumuzdur.

    matematik öğrenmek de bundan farksızdır. mesela çarpma işlemini ilk öğrenmeye başladığımız zamanlar bize herhangi iki sayının çarpımı sorulduğunda cevap verebilmek için bir süre düşünmemiz gerekir. başlarda bu işlemi yapabilmek için zorlansak da zamanla zihnimiz sisteme alışır ve bir yerden sonra artık matematiksel işlemleri düşünmeden yapmaya başlarız. mesela ben ilk matematik öğrenmeye başladığım zamanlar iki sayıyı çarpmaya çalışırken bir süre zihnimde düşünür ve mantıksal çıkarımlar yaparak ilerlemek zorunda kalırdım. düşünmek beni yorardı ve bunu uzun süre yapmak zihnimi zorlardı. ancak inat edip bunu her gün yapıp her gün benzer türden çarpma işlemlerine maruz kaldığım için bir süre sonra zihnim bu işlemleri yapma sürecini otomatiğe bağladı ve bir süre sonra tabiri caizse soruların cevapları malum olmaya başladı. yani nasıl bir yabancı dili artık öğrendiğimizde o dili konuşurken düşünmemize gerek kalmıyorsa matematiği artık öğrendiğimizde de artık o dili konuşurken düşünmemize gerek kalmıyor.

    ikisi arasındaki tek fark birine ister istemez maruz kalırken diğerine maruz kalabilmek için çaba sarf etmek zorunda olmamız.

    mesela ingilizce öğrenmek istiyorsak bir masanın başına oturup ingilizce çalışmak zorunda değiliz. ingilizce bir dizi izleyerek ya da ingilizce konuşan biriyle bara gidip ilgi alanlarımız hakkında sohbet ederek de bu dile maruz kalabilir ve bu dili öğrenebiliriz.

    öte yandan matematiğe maruz kalmak istiyorsak tek seçeneğimiz oturup kendimizi matematiğe maruz bırakmaktır. dili matematikçe olan bir dizi izleyerek ya da matematikçe konuşan biriyle bara gidip ilgi alanlarımız hakkında sohbet ederek matematik öğrenemeyiz. eğer bunu yapmak istiyorsak matematikle özel olarak ilgilenmemiz gerekir çünkü biriyle matematik dilini kullanarak konuşmak istiyorsak o kişiyle sadece matematik diliyle yazılabilecek şeyler hakkında konuşabiliriz. bu şeyler mesela matematiğin kendisi olabilir, fizik olabilir, kimya olabilir, felsefe olabilir ama en sevdiğin renk ya da favori şarkıcın olamaz. bunun sebebi matematik dilinin zaten bu tür şeyler hakkında konuşamamak için icat edilmiş olmasıdır.

    yani eğer biz sayısal zekaya sahip olmadığımızı sanıyorsak aslında sahip olmadığımız şey "sayısal zeka" şeklinde tanımladığımız uydurma zeka türü değil, sadece matematiğe maruz kalma arzusudur. yani dil öğrenebilirken matematik öğrenemememizin sebebi birine zekamız yeterken diğerine yetmesi değil, birine gerekli olan çabayı sarf etme isteğine sahip olmamamızdır. söylediklerim yanlış anlaşılamasın. ben burada matematik öğrenirken zorlanmamızın sebebi zeki olmamamız değildir demiyorum. gerçekten de diğer insanlar kadar zeki olmadığımız için onlara kıyasla matematik öğrenirken zorlanıyor olabiliriz. ancak bu durumda sadece matematik öğrenirken değil, yabancı dil öğrenirken de o insanlara kıyasla zorlanırız. olay aslında kendimizi hangi konuya ne kadar maruz bırakmak istediğimizle ilgilidir.

    aslında bu yazıyı burada bitirebilirdim ama bana gelecek olan mesajları aşağı yukarı tahmin ettiğimden "matematik dilinin zaten bu tür şeyler hakkında konuşamamak için icat edilmiş olmasıdır" cümlesinin ne anlama geldiğini basitçe açıklayayım:

    bizler uzun zamandır içinde yaşadığımız evreni ve algılarımızla sınırlı olan gerçekliği anlamlandırabilmek için günümüzde bilim dediğimiz şeye başvuruyoruz. bilim dediğimiz şey de basitçe çevremizde gözlemlediğimiz ve tekrar ettiğine inandığımız olayların işleyiş biçimini anlama ve birbirimize anlatabilme çabasından ibaret.

    örneğin elimize bir elma alıyor ve bu elmayı serbest bırakıp yere düşüşünü izliyoruz. sonra bunu tekrar ve tekrar yapıp her seferinde düştüğünü fark ediyoruz. bunu bizim bir arkadaşımız dünyanın bambaşka bir yerinde bambaşka bir zamanda yapıyor ve o da elmanın düştüğünü görüyor. elmayı kim ne zaman elmayı bıraksa elmanın düştüğünü gördüğümüzden her ne kadar ortada elmanın her bıraktığımızda düşeceğini garantileyen bir kanıt olmasa da bu durumun aksine hiç şahit olmadığımızdan bunun tekrar eden bir fenomen olduğu inancını benimsiyoruz. böylelikle "elmayı bırakırsan düşer" şeklindeki genel varsayımdan yola çıkarak elmanın bu düşme işini nasıl yaptığını anlamaya çalışıyoruz. bunu da elmanın hangi koşullarda nasıl düştüğünü gözlemleyerek yapıyoruz. mesela bu sefer elmayı bırakmak yerine yukarı fırlatıyoruz, ileri fırlatıyoruz, yere doğru fırlatıyoruz, yerde yuvarlıyoruz ya da mesela bir yokuştan aşağı bırakıyoruz. her farklı denememizde elmanın belirli bir kurala uyumlu şekilde davrandığını gözlemleyip bu gözlemleri defterimize kaydediyoruz ve en sonunda öğrendiğimiz şeyleri arkadaşımıza anlatmak için koşa koşa arkadaşımızın yanına gidiyoruz.

    "elmayı güçlü fırlatırsan uzağa gider, serbest bırakırsan olduğun yere düşer, güçsüz fırlatırsan yakın yere düşer, düzlükte yuvarlarsan yavaşlar, yokuşta yuvarlarsan hızlanır" diyoruz. bu söylediklerimiz üzerine oldukça cılız olan arkadaşımız söylediğimiz şeyin doğru olup olmadığını kontrol etmek için eline bir elma alıp bütün gücüyle ileri fırlatıyor ama elma hiç de uzağa gitmiyor. bu sebepten arkadaşımız bize dönüp "hani güçlü fırlatınca elma uzağa giderdi" diyor. aslında bizim arkadaşımıza söylediğimiz şey yanlış değil çünkü gerçekten de elmayı güçlü fırlatırsak uzağa gider, güçsüz fırlatırsak da yakına gider. buradaki problem arkadaşımıza verdiğimiz bilgi değil, arkadaşımıza bu bilgiyi verme biçimimiz. çünkü uzak, yakın, güçlü, güçsüz, düz, yokuş, sabit gibi kavramların benim zihnimdeki karşılıklarıyla onun zihnindeki karşılıkları birbiriyle uyumsuz karşılıklar ve biz bizden bağımsız fenomenleri kişisel tecrübelerimiz neticesinde şekillenmiş algılarımız üzerinden başkalarına anlatmaya çalıştığımızda iletişim problemi yaşıyoruz.

    bu iletişim sorununa çare bulabilmek, yani birbirimize gözlemlediğimiz olayları yanlış anlaşılmadan anlatabilmek için kişisel tecrübelerimizden bağımsız ve bizlere kavramları yorumlama serbestliği tanımayan bir dil icat etmeye karar veriyor ve birbirimize gözlemlediğimiz olayları bu dili konuşarak anlatmaya başlıyoruz. biz bu dilin kişisel yorumlamalara kapalı bir dil olmasını istediğimizden bu dili bu dilde konuşulan her şey herkes için tek bir anlama gelecek şekilde tasarlıyoruz. bunun için de en temel sağduyularımızı kullanarak anlaşmakta zorluk çekmediğimiz tanımlamalar yapıyoruz. doğal olarak da bu dildeki cümleler herkesçe farklı yorumlanmadığından aramızda anlaşmazlık yaşanmıyor.

    bir örnek verelim:

    "büyük adam" dediğimiz zaman herkes farklı bir şey anlayabilir. kimine göre bu adam şişmandır, kimine göre bu adam başarılıdır, kimine göre bu adam uzundur, kimine göre bu adam yaşlıdır.

    ancak "3 metre boyunda adam" dediğimiz zaman herkesin aklında aynı özelliğe sahip bir adam canlanır.

    yanlış anlaşılmasın, ben herkes aynı adamı hayal eder demiyorum çünkü adam kelimesi matematiksel bir kelime değildir. herkesin aynı hayal ettiği şey adamın kendisi değil, adamın sahip olduğu uzunluk kavramıdır. yani "adam" kelimesi matematiksel olmadığından herkes bu adamı farklı biçimde hayal eder ama "3 metre" kelimesi matematiksel olduğundan kimse 3 metreyi farklı şekilde hayal etmez. mesela ben 3 metreyi başka birinin 3 metresinden daha uzun ya da daha kısa hayal etmem. matematik bana 3 metreyi başka bir kişiden farklı uzunlukta hayal etme imkanı tanımaz. çünkü matematik zaten benim böyle bir imkanım olmasın diye icat ettiğimiz bir dildir.

    boş yapma makale linki ver diyecek olanlar için konuyla ilgili fmri çalışmalarından bahseden bir nöroloji makalesinin linki: active math and grammar learning engages overlapping brain networks

  • ill: yatalak hasta. kanser, verem, zatüre gibi. gerçek, maddi hastalık.
    sick: genel olarak bütün hastalar ve daha tam ill olmamış. öksürük, bulantı var ama daha düşmemiş. bi gözü toprağa bakmıyor.

  • sağ gösterip sağ vurmak ya da kısaca sağ vurmak şeklinde özetlenebilecek vuruş şekli fazla tahmin edilebilir hale gelince sağ gösterip sol vurmak taktiğini geliştiren vurucuların, bu taktiğin de tahmin edilebilir hale gelmesiyle geliştirdikleri taktik. başa dönüş. kulağını tersinin tersinden gösterme.

    özellikle sinema, edebiyat alanlarında boy gösteriyor. diyelim bir filmde yönetmen gözümüze katilin uşak olduğu yönünde birçok ipucu sokuyorsa, ilk etapta şöyle düşünüyoruz: "sağ gösterip sol vuracak pezevenk, şüpheler çok fazla uşağa çekiliyor, aslında katil uşak değil oğlum". fakat daha sonra yönetmenin tam olarak biraz önceki şekilde düşünmemizi isteyip istememiş olabileceğine kafa yoruyoruz ve düşüncemiz şu hale evriliyor: "oğlum düşündüm de katil aslında gerçekten uşak. yönetmen özellikle şüpheleri uşağın üzerine çekerse katilin uşak olmadığını düşüneceğimizi biliyor, vay ipne".

    fakat anlaşılacağı üzere bokunun çıkarılmasına çok müsait bir denklem bu. sağ gösterip sol vuracakmış gibi yapıp sağ vuracakken birden sol vurmak gibi. bir kademe ilerisi ise resmen terbiyesizlik. örneğin bir futbolcu bu kadar feyk atarsa ya rakibi kafa göz girişir, ya da bir noktadan sonra kontrolünü kaybedip topu kaybeder. yapmayın. yolunuz yol değil.

  • türkçe kaynaklarda ebonitten üretiliyor diye geçiyor, sanırım biri yazmış herkes ondan kopyalamış. yanlış bilgi yayıldıkça yayılmış.

    ebonit doğal lastiğin vulkanizasyon işlemi ile, %30-40 arası kükürt ilave edilerek çok sertleştirilmesi sonucu oluşturuluyor. bilindiği üzere oldukça kırılgan bir yapıya sahip. dinamik aralıkları en iyi şartlarda 40db, fakat çalındıkça 30db hatta daha altına doğru iniyor.

    türkiye'de ebonitten olan bu en ilkel versiyonun kullanılmaya devam edilmiş olduğunu düşünmüyorum çünkü icat edildikten sonra neredeyse 5 yıl içinde bu tür terkedilmiş. dünya çapında yaygınlaşacak, hele de türkiye'ye gelecek zamanı bulması, sonra türkiye'de patlama yapması mantık dışı.

    ebonit plak 5 yıl içinde terkedilip gomalak ve damtaşı/kireçtaşı kullanılan daha iyi yönteme geçilmiş. 1/3 oranda gomalak, 2/3 oranda taş kullanılıp kırılmaması için keten lifler ile güçlendiriliyormuş. daha sonra kırılmayan, bükülebilen farklı taş plaklar da yapılmış gomalak yerine selüloz kullanılan bu plaklar çok daha kötü oldukları için yaygınlaşmamışlar.

    1895 gibi başlayan gomalaklı taş plaklar abd/ingilterede 1950'lere kadar, diğer ülkelerde 1960'lara kadar kullanılmışlar. 60 yıldan fazla üretimde olan, dünyadaki en yaygın taş plak cinsi bunlar. dolayısıyla türkiye'de bilinen taş plaklar da kesin bir biçimde bunlar.

    gittigidiyor'a girin üç tane taş plak markası gözünüze çarpar. zonophone, odeon ve columbia. osmanlı'da 1900'lerin başında alman plak şirketleri vasıtasıyla taş plak kayıdı yapılmaya başlanmış. zonophone, odeon ve daha sonraları columbia* marka taş plaklar piyasaya girmiş. bunlar o sırada dünyanın en büyük plak üreticilerinden. dünyaya ne üretiyorlarsa, bize de onu üretiyorlar.

    şurada güzel bir kaynak var taş plakların ülkemizdeki tarihi ile ilgili.

    http://www.turkishmusicportal.org/…ecording-history

    teknik bilgi vermeye girmiştim aslında.

    - taş plakların frekans tepkisi 30hz ile 14khz arasındadır.
    - hf* equalization'u 630 mikro saniye yani 250hz'dir o yüzden dinlerken hışır hışır ses çıkar. yani 250hz üstü frekansları düzgün veremiyor, istenmeyen gürültü ekleniyor.(standart kasetlerde 120 mikro saniye/1326hz'dir. hıss sesi yine bu değerin fazla olmasından dolayı çıkar.)
    - snr değeri yeni üretilen en kaliteli taş plaklarda 45db snr değerine çıkabiliyormuş, yani 7bit. eskiden üretilenler ise haliyle daha kalitesiz ve 30-35db arası, genelde 30'a yakın. dinledikçe bu değerlerin daha da düştüğünü unutmayın. 35db'yi muhtemelen zamanının kaliteli gıcır gıcır plağında ilk dinlemede alıyordunuz.

    kıyıda köşede bulduğunuz 2.el eski taş plaklar ise muhtemelen 25db civarı bir snr'a sahip. çünkü dinledikçe kötüleşiyor plak, olayı bu. ne kadar iyi saklarsanız saklayın, her dinlemede bir tık azalır kalitesi.

  • görmemle birlikte beni şoka sokmuş olan haç işaretidir. tevekkeli değil ben de diyorum dayım niye katolik oldu?!

  • inşaat mühendisi olarak "bir fayans ustası ne kadar farklı çalışabilir ki?" düşüncesi ile inceledim. tesviye tabakasındaki mikro pürüzleri traşlaması ve tozu süpürmesi ile başlayan video, burada laminat parke ve kısmen pvc haricinde kullanılmayan şilteleri sermesi, kapı çerçevesini kesmesi, köşeden başlayıp "olduğu kadar" düşüncesi ile hareket etmeyip yerleşim tasarımı yapması ile devam etti. fayans ustalığında alman ekolüne saygı duydum, kendimi iş makinesi izleyen insanlar gibi hissettim.

    şu anda bile saatte bu disiplinle 36,80 metrekare** hız ile çalışıyor ancak allah rızası için biri kendisine lazer metre ve lazer su terazisi hediye ederse, fayans döşemenin usain bolt'u olabilir.

    (bkz: yarın gel başla)

  • geçen gün -üstelik alkollü mekanda- başıma gelmiş hadise.

    3.000 tl hesap tuttu. adam dedi ki “yalnız pos çalışmıyor”.

    ben de “o kadar nakiti nasıl taşıyayım” dedim.

    “iban verelim” dedi.

    “gecenin 12'sinde ben niye eft'ye 50-60 tl komisyon ödeyeyim. böyle iş mi olur? eft komisyonunu düşecek misin hesaptan? ya hesabı ödemicem, yada komşudan pos getirin” dedim.

    pos geldi. çektim. slipte oturduğum işletmenin adı yazıyordu.

    yani bozuk mozuk değil. hayır zaten oturduğumdan beri elli kalem üründen geçirmişsin bana. banka komisyonunu mu dert ediyorsun?

    böyle işlerde -eğer yiyip içtikten sonra derse- gerekirse tartışın işletmeyle.

    edit: havale isteyen işletmeci bir arkadaş rahatsız olmuş. özelden “havale/eft komisyonu 50 tl tutmaz. senin olay yalan.” diyor. “yok abi 5-10 tl de olsa sen niye komisyon veresin bi de hesabın üstüne?” diyen yok ama.

  • ölüm bütün insanlar tarafından korkulan bir olaydır.din ya da yaşam görüşü farketmez.

    ama şahsi kanaatimce insanın ölümden korkmasının en önemli sebebi diğer insanların yaşamayı sürdürüyor olmasıdır.yaşamın sürüyor olmasıdır.

    tüm yaşamın sona ermesine sebep olacak bir olayın beklendiğini düşünün, hiç bir çarenin olmadığı.tahminimce insanlar sakince ölümü bekler.ama mesela afrika kıtasının bu olaydan zarar görmeyeceği bilinirse bu defa korku insanı yine tetiklemeye başlar.

    belki de ondandır dinlerde kıyamet gibi yaşamın sona ereceği bir anın vaadedilişi.