hesabın var mı? giriş yap

  • bu hafta boomcu onur'un yardırdığı dizidir.

    --- spoiler ---

    "evlencem ben para lazım. kızı istemeye gittik verdiler.biz verirler diye düşünmüyorduk, bütün planlar altüst oldu. biz oraya ayağımız alışsın diye gittik, ailecek şaşkınız."

    --- spoiler ---

    açıp açıp izliyorum sahneyi.

  • zekasına yakışır espriler yapan adam.

    murat bardakçı: elisabeth schwarzkopf ile tanıştım.

    ilber ortaylı: seninle tanışacak kadar uzun yaşadı. uzun yaşayanlar çok felaketle karşılaşır.

  • heidi'nin dedesiyle bir ağaç dalını peynire saplayıp ateşte kızartması. ben buna o kadar özenmiştim ki babama yaptırmaya kalkmıştım. babamın dükkanına gittiğim günler* öğlenleri yemeği babam hazırlardı. heidi'de okuyunca "ateşte peynir kızartalım" demiştim. "oğlum yanar öyle peynir bişeye benzemez" dediyse de ikna olmadım. "kitapta yazıyor baba" deyip ısrar etmiştim. onun üzerine bildiğin kalıp beyaz peyniri piknik tüpünde eritip ne olacağını göstermişti. büyük hayal kırıklığına uğramıştım. "istersen artık bunu yumurtaya katalım peynirli yumurta olsun" demişti. üzüntüyle kabul etmiştim. peynirli yumurta da çok güzel olmuştu.

    ama o peynir meselesi johanna spyri'nin okurlarına çaktığı en büyük kazıktır. kimi yiyosun ya. nasıl kızartıyosun peyniri. hislerimle oynadı adi kadın. kesin kendini "alplerde özel bir peynir var" diye savunuyordur. pis yalancı.

    edit: beşyüz tane mesaj geldi "hellim kızartılıyor" diye. johanna açık açık belirtseymiş "dedesinin kıbrıs kökenlerinden dolayı" diye. nice çocuğun hayallerini yıktı pis.

    edit 2: kusmuk dedi ki gerçekten o yöreye özel kızartmalık peynir varmış. kitapta o özelliğinden bahsedilmiyordu. paramı geri istiyorum.

    edit 3: max zorin yardımıyla ne olduğunu bulduk. sözkonusu peynir raclette'miş. 1980'lerde eskişehir'de bulmamız zaten imkansızmış.

    edit 4: komplo teorisi büyüyor. heidi'deki bu kısım zaten isviçre peynir lobisinin bir ürünüymüş. propagandaymış. http://www.npr.org/…isode-575-the-fondue-conspiracy

    edit 5: kusmuk dedi ki o peynir raclette değilmiş. raclette şişe sokunca akar gidermiş. esas grillkäse diye satılan beş altı çeşidi olan bir peynirmiş. ateşte ısıtmalıkmış.

    edit 6: bunu tek merak eden ben değilmişim! https://www.chowhound.com/…se-featured-heidi-873259 yabancı forumda raclette demişler. ama ikna olmadım zira oradakilerin peynir dağarcığı konusunda emin değilim.

  • “toby insan kaynaklarında, teknik olarak şirket için çalışıyor. yani ailemizin bir parçası değil. ayrıca toby boşanmış, yani kendi ailesinin de bir parçası değil.”

    -michael scott.

  • klasik rock şarkıları ile filmlerin yapısı aslında birbirine çok benzer. mesela şarkılarda intro'lar vardır. bu kısımda çalınan tona giriş yapılır. filmlerde de giriş kısmında karakterler ve hikayenin geçeceği ortam tanıtılır. şarkıların ikinci kısmında sözler ve anlatılan temayı desteklemek için kullanılan nakarat vardır. filmlerde de gelişme kısmında aynı konuların üzerinde durulur böylece finale hazırlık yapılır. rock şarkıları birbirinden ünlü gitar sololarıyla zirve yapar. filmlerde de olaylar bir yere kadar gelir, finale girişte de diyaloglar, hikaye, karakterlerin içinde tuttukları şeyler patlamaya başlar. son olarak şarkılarda da filmlerde de çıkış kısmı olur ve anlatılan şey sakin bir şekilde sonlandırılır.

    şarkılarda en önemli ve vurucu kısım sololardır genelde. ancak kimse altı dakikalık bir klasik rock parçasının altısını da hızlı riff'lerin atıldığı bir gitar solosu olarak düzenlemez. çünkü bu hem dinleyiciyi yorar hem de hazırlığını yapmadan dinleyiciyi patlama yapan kısma götürmek soloların etkileyiciliğini azaltır. bu durum birebir sinema için de geçerlidir. isterseniz ortamı ve karakterleri anlatmadan yüksek tempodan filme girişi yapabilirsiniz ancak izleyici karakterle bağ kuramadığı için yüksek tempo nedeniyle filmden bir süre sonra kopacaktır.

    en azından normalde böyle olması gerekir. ancak sinema anlayışı son yirmi yılda çok değişti. özellikle 80'lerde ve 90'larda iyi ve kötü ayrımı net bir şekilde yapılıyordu. bu nedenle ana karakterin bu filmdeki kadar sorunlu bir insan olduğu film bulma ihtimaliniz hayli düşüktü. çünkü insanların sevmeyeceği bir ana karakterin olduğu filmler o dönemde tutmuyordu. ancak izleyiciler ideal karakterler görmek istemiyor artık. ekranda daha gerçekçi, sorunları olan, hatta bu sorunlarla başa çıkamayan karakterler görmek istiyorlar. işte adam sandler'ın baş rolünde yer aldığı uncut gems tam olarak bunu vaat eden bir film. ancak vaatler değil, vaat ettiğiniz şeyi gerçekleştirebiliyor musunuz asıl nokta burası. şimdi biz de filmimiz potansiyelini ulaşabilmiş mi bir bakalım.

    --- spoiler ---

    biraz önce bahsettiğim gibi normalde filmlerin üçte ikilik kısmında diyaloglar çok hızlı ya da gergin değildir. bu kısımda diyaloglar temayı desteklemek için kullanılır. asıl çatışmanın yaşandığı, gergin diyalogların olduğu kısım filmin finalidir. ancak bu filmin yönetmeleri o final mantığını alıp bütün film boyunca "solo" atmak gibi ilginç bir tarz denemişler.

    bu normalde elinizdeki bütün çabayı çöpe atmak demek çünkü böyle bir filmin başında iki şey yapmanız gerekir. birincisi ortamı tanıtmak. mesela howard karışık bir sistemle bahis oynuyor. ya da mücevher işindeyken birçok insanla görüşüyor ve hepsiyle ilişkisi birbirinden farklı. filmin izleyiciyi dahil etmesi için öncelikle bunları anlatması gerekiyordu.

    ikincisi de seyircinin howard'ı biraz daha tanıması gerekiyor. çünkü eğer izleyici karakteri umursamazsa ekran başında yaşadığı stres nedeniyle bir süre sonra yorulmaya başlar. burada the wolf of wall street filmini örnek gösterebiliriz mesela. orada da ana karakterimiz çok sevilesi bir insan değildi ancak filmde hem yapılan şeyler çok detaylı anlatıldığı için hem de karakteri işin başından beri bildiğimiz için bir şekilde onun tarafını tutmamız sağlanıyordu. uncut gems'in ise böyle bir çabası yok.

    bu tabi eksiklik gibi görülebilir. ancak film öyle bir tarz benimsemiş ki iki saat on beş dakikalık süresine rağmen durup bunları anlatacak vakti yok. filmin her anında yüksek gerilimli tartışmalar var. normal bir filmin finalinde böyle bir tempo ve diyalog akışı olsa "ne harika performans." deriz ama bu filmde aynı tempoyu tuvaleti kullanacak oğlu yaşadığı yeri görmesin diye uğraşırken bile yakalıyor howard.

    bu da riskli bir formül aslında. çünkü bu tempoyu bir kere yükselttiğinizde asla düşürmemeniz gerekiyor ki izleyiciye detayları kafaya takacak boşluk kalmasın. işin ilginç yanı ise filmin bir şekilde bunu başarıyor olması. kabul, bu tempo biraz yorucu. ancak film tam olarak ne olduğunu söylemeden o kadar çok olayı ve kişiyi gösteriyor ki bu hızlı diyaloglar içinde bir bakmışsınız film bitmiş. o yüzden filmin sert bir tarzı olduğunu söylemeliyim ancak denedikleri teknik ve uygulama birbirini tutuyor. bu yüzden benim gözümde başarılı bir film bu.

    ancak filmin bu hızının yarattığı kusurlar da yok değil. mesela filmin finalinde howard'ın tam kazanmışken ani bir şekilde öldürülmesi evet şok etkisi yaratıyor ancak öldüren kişi ve içinde bulunduğu durum biraz tutarsız. bunu mantık hatası olarak gördüğüm için söylemiyorum ama howard'ın showroom'u zaten güvenlikli kapıya sahip ayrıca sürekli görüntü kaydı alınıyor. yani o karakterin her yere kanıt bıraktıktan sonra howard'ı öldürmesi biraz aceleye gelmiş gibi. mesela sahte rolex verdiği adam gibi biri howard'ı ani bir şekilde öldürse bu daha akla yatkın olurdu. ancak dediğim gibi film klasik tekniklerden çok hızın etkileyiciliğini kullanmış. bu tarz da hikayeyle bağdaşmayan bir kullanıma dönüşmüş bu kısımda.

    bir de filmin çok tartışılan oyunculuk kısmına bakalım. dünyadaki bütün komedyenlerde yaş ilerleyince sert dramalarda oynamak gibi bir huy var. bu adeta bir kural gibi. charlie chaplin'den, jim carrey'e kadar pek çok örnek verebiliriz bu konuya. bu filmler genelde yayınlandıkları dönemde başarısız olurlar. çünkü izleyiciler bu oyunculardan sürekli aynı şeyleri yapmalarını ister. ancak yayınlandığı dönem geçtikten sonra değerlendirildiğinde bu filmlerin de hayli kaliteli olduğu görülebilir. örneğin chaplin denildiğinde kimsenin aklına ilk olarak limelight gelmez. ancak çok insani, nahif, hüzünlü bir filmdir bu.

    adam sandler da kariyerinin bu noktasına geldi sanırım. ancak şöyle bir durum var; charlie chaplin zaten komedide de çok iyiydi. adam sandler ise her ne kadar çocukluğumuzda izleyip sevdiğimiz aile komedisi filmleri yapsa da özellikle son dönemde yaptığı jack and jill gibi filmler nedeniyle haklı olarak eleştiriliyordu. bu yüzden ben bu rolün altından kalkabileceğinden şüpheliydim açıkçası. ancak film bittikten sonra "sende ne cevher varmış be adam." dedim kendi kendime. zaten kendisinin netflix'le uzun bir sözleşmesi var. yine kendi tarzı komediler yapacaksa yapsın ama drama konusunda bu kadar sert rollere bürünebiliyorsa bir izleyici olarak burada da görmek isterim kendisini.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak filmin farklı bir yol izlediği ve bu tarzıyla dikkat çektiği ortada. filmi izlerken yorulabilirsiniz ancak her film rahat bir şekilde izlenecek bir kural yok sonuçta. bazı filmlerin amacı izleyicisini yormak, bazı filmlerin amacı da izleyicisini şok etmek olabilir. bu da bence güzel bir şey çünkü sinemada çeşitlilik özellikle şu son dönemde hızla artıyor. bu da farklı filmler arayan izleyiciler için güzel bir gelişme.

  • -sen de şok’a giriyor musun?
    +market olarak mı? yoksa?
    diyaloğu ile kuruna kur dedirtmiştir.

  • türk yemeklerini değil nusret, czn burak, çirkin bıyıklı pilavcı gibi yemek sektöründeki şov maymunlarını ve bazı sağlıksız beslenme alışkanlıklarımızı iğnelemiştir. güzel reklamdır. her buluttan da nem kapmayıverin.

    edit: yine de siz ton balığı yemeyin. taşıdığı civa ve diğer ağır metallerle sağlıklı sandığınız bu yiyecek aslında sizi yavaş yavaş zehirlemekten başka bir sey yapmıyor. ayrıntısı şurada

    canınız balık mi çekti? alın bir kilo hamsi, palamut, lüfer. afiyet olsun.

  • yedi numara kahkaha atarak izlenecek bir dizi değildir. yedi numara daha çok izlerken mutlu olduğun, samimiyeti hissettiğin, içine sıcak bir tebessüm dolduran, orada o karakterlerle birlikte yaşamak istediğin; bizden, geçmişimizden, eski bir dost, güzel bir anıdır.
    yedi numara aslında eski ve güzel günlerin bir zamanlar var olduğunun bir kanıtıdır.

  • 4 yaşındaki bir kız çocugunu gördüm. annesi babası vefaat etmiş. öyle o çıglıkların arasında ne oldugunu anlamadan, üşüye üşüye saga sola bakıyordu. şimdi ben kilometrelerce uzaklıkta, bu olayda en ufak bir suçu yok, yapacak hiç bir şeyim yok, o kız çocugu için…ama o küçücük kız çocugunun hali uyutmuyor beni günlerdir. ve bunun gibi nice acılar var orda.

    sen nasıl kafanı yastıga koyuyorsun, sen nasıl insanların huzuruna en ufak bir duygu pırıltısı dahi göstermeden duygusuz bir şekilde, o kendine has kinci bakışlarınla o insanları tehdit ediyorsun.

    o sabilerin senin üzerinde ahı var.
    bagıra bagıra, enkaz altında hayatını yitiren insanların ahı var.
    rant ugruna ölümüne sebep oldugun insanların ahı var.

    ömrünün son zamanlarını sıcacık sarayında o insanlarının feryadı ile uykundan uyanarak geçirmen dilegi ile.