hesabın var mı? giriş yap

  • - kedinizin zeytin çekirdeği yiyerek kusması
    - kedinizin yine zeytin çekirdeği yiyip yine kusması
    - kedinizin zeytin çekirdeği yemeye devam etmesi
    - kedinin akıllanmaması
    - zeytin çekirdeklerinin kaynağının bulunamaması
    - kedinizin zeytin çekirdeği yiyip kusması.
    (bkz: reggie)

  • dun gece bir arkadasimla konusuyorduk. kiz mezun oldu. issizim simdi ve gelecegimden supheliyim diye sitem ediyordu. devletin imkanlarindan yakiniyordu. bir onerisi oldu. bundan yirmi yil sonra kosullarimizi yan yana getirelim ve kimin daha mutlu olduguna karar verelim dedi. ben, "ben mutlu olmak icin degil, hayatimi daha iyi kosullarda idame ettirmek icin buradayim. mutlulukta sen ustunsun ve oyle kalacaksin, cunku kendi ulkendesin; ama ne bugun ne de yirmi yil sonra en ufak bir yakinlik olmayacak denklik acisindan iki ulke arasinda." dedim ve bir kac sey anlattim:

    ben hastalansam, duruma gore evin onune helikopter iner. sen ise ambulans gelene kadar ölmus olursun.

    ben gecinecek bir is bulamasam bile(ki isteyen herkese is vardir burada. issizlik diye bir sey yok. sadece istemeyen calismaz ve devletten gecinir. sosyal devlet cunku) devlet benim evimin kirasina kadar gecinmem icin gereken her seyi saglar.

    devlet ilerde olur da evlenirsem benim cocugumun tum ihtiyaclarina varana kadar her seyi en iyi sekilde karsiliyor. en iyi kresten, en iyi universiteye kadar.

    burada insan oldugu icin deger goren 82 milyon insan var. orada sadece parali insanlar degerlidir.

    orada ehliyet sinavinda adam gelip cevaplari verir. burada 1500 soru icerisinden 10 tane soru sorarlar ve uc tanesi yanlis olsa gozunun yasina bakmazlar. direksiyon sinavinda bir tek hata yap, aglasan da sizlasan da fayda etmez. iste bu yuzden turkiye'de sadece bir bayramda 200 kisi ölurken, almanya'da bir yilda 200 kisi ölmuyor trafik kazalarinda.

    sen orada isini halletmek icin el altindan birazcik para verirsin devletin adamina, her sey biter. eger burada oyle bir sey yapmaya tenezzul edersen dahi, adamin hayatini sondururler. en buyuk hakaretlerden biri. diger yandan, rusvete gerek yok cunku her sey tikir tikir isler burada. gozun yiyorsa bir trafik polisine ehliyetin arasinda 50 euro koy bakalim ne oluyor.

    orada saglik adi altinda sacmalar doktorlar. bi dunya ilac yazip dururlar. burada daha gecen hafta doktor kuzenimi azarladi, ilac isteyince cocuguna. "kimyasal bu yahu, daha 8 aylik bebege ben ne ilac vereyim delirdin mi?" dedi. orada her seye daya ilaci, daya ilaci.

    sen orada hastane kuyruklarinda ölursun. ilac bulamaz ya da tedavi olamazsin. burada devlet aids veya kanser olsan, sana omur boyu bakiyor en iyi konusllarda. calisma, dert etme hayati kendine, canin ne istiyorsa onu yap ben sana bakarim diyor.

    orada kucuk bir kiza 44 kisi tecavuz eder, sonra serbest kalirlar. sana sadece su kadarini soyleyeyim almanya'da bir laf var: "git adam öldur; ama sakin birine tecavuz edeyim deme". sen dusun.

    burada yesil disindaki renkler sadece yollar ve evlerin rengi. alabildigine yesil her yer. sincaplar, geyikler, ordek ve tavsanlar sokak kenarlarindaki cimenlerde agaclarda geziyor. cok sayidalar. tr'de tavsani gorseler kesip yerler. sincap gorseler alip beslerler evde kafese goturup.

    burada birbirlerini tanimayan insanlar bile sabah seni gordugunde gunaydin der. kaldirimda karsidan gelen adam bile goz goze geldiginizde nezaketen merhabe der gulumseyerek. orada boyle yapsan ya sapik derler ya da deli.

    burada oturumun varsa, buranin butun bi anlattigim haklarindan faydalanabiliyorsun. 80 yillik bir almandan farkin olmuyor.

    burada onlarca milletten insan yasiyor ve kimse kimseye nerelisin bile demiyor cunku hepsi insan olarak goruluyor. orada ise birak nereli oldugunu, dusunce farkliliklarina bile tahammulu olmayan insanlarla dolu etraf. alevi ise ayridir, laz ise ayridir, ateist ise ayridir, ermeni ise ayridir.

    ve bu anlattiklarim gibi binlerce sey...

  • havaalanlarında guvenlik kontrol noktasındaki insanların içinden geçtiği dedektörler, uluslararası güvenlik kuralları gereğince her on kişide bir mutlaka alarm veriyormuş.üstünüzde alarm çalmasına neden olacak birşey yokken bile alarm çalıyorsa "ulan ne var üstümde" diye düşünmeyin. açıverin kollarınızı arasınlar sizi. güvenlikçiler de biliyor durumu ama çaktırmıyorlar.

    neden böyle birşey yapılıyor sorusu çok geldi. elimden geldiğince açıklayayım:
    1- cihazların kontrolünü sağlamak: yani cihaz bozuldu diyelim. ne zaman farkına varılabilir. belki 50-100 kişi geçtikten sonra. ama her on kişide otomatik alarm verilirse, en kötü 10 kişiden sonra durum anlaşılır.
    2- uluslararası kurallar demiştim. cihaz alarm versin vermesin rastlantısal olarak 10 kişiden birini arama mecburiyeti getirmiş. bunun nedeni de 1. maddedir diye tahmin ediyorum.
    3-güvenlik görevlilerinin uyuklamalarını önlemek, her an tetikte kalmalarını sağlamaya yönelik olabilir.. gubarrak bildirdi.
    4-her hangi bir planı olan kişiyi de "ahanda bu cihaz çalışıyor, şimdi ananı laciverde boyadım" şeklinde panik yaptırıp kaçırtmak da olabilir. 1000 tb arsivim var benim bildirdi.
    5- bir de sırada bekleyenleri uyarmak için de yapıyorlar bunu. insanlar dalgın bir şekilde cebinde falan bir şey unutup boşu boşuna aranmasın da alarmı duyup "lan ben her şeyi çıkarttım üstümden di mi" diye kontrol etsinler diye öttürüyorlar.. nixolidia bildirdi.

  • yeni stadını bitirmek üzere olan beşiktaşımızın ilk 5 hafta ortalığı yıkıp geçireceği sezon. 102 yasında dünyanın en yaşlı kulüp başkanı olma rekorunun haklı gururunu yaşayan aziz yıldırım galatasaray'a laf sokmaya devam edecek, galatasaray ise lucescu ile prensipte anlaşacaktır.

  • bu hikaye aslında bilinir fakat ne kadar önemli olduğunu tam da buralı biriyle konuşunca anladım.

    aslında hiç önem vermediğimiz bir yerdir nahçıvan. bilmeyenlere söyleyelim, azerbaycan'a bağlı özerk bir bölgedir fakat bu ülkeyle fiziki bağlantısı olmayıp türk devletleri arasında türkiye ile kara sınırı bulunan tek toprak parçasıdır. ama neden hala azerbaycan'a bağlı özerk bir bölgedir biliyor musunuz? tamamen atatürk sayesinde. şöyle ki;

    bu bölgeyle birbirimiz bağlayan sadece ve sadece 15km'lik bir sınır (bkz: dilucu sınır kapısı) vardır ve bu sınır bizzat atatürk'ün cebinden para ödeyerek satın aldığı topraktır! adam demiş ki, yukarıda ermeniler (o dönem sscb), aşağıda iran, bu bölgenin insanı burada yaşamalı, bizim burayla direk bir bağımız olmalı ki hem ermeniler hem de iran'la aramız bozulursa, türk devletleri ve orta asya'ya bir bağlantımız kalsın. hem bu sınır sayesinde bu bölgenin insanını da koruyabiliriz. iran'la görüşür, tabi ki ikna eder, parasını öder, toprağı alır.

    gel zaman git zaman, 80'lerde ermeni ve azeriler arasında gerilim tırmanır. zaten o dönemlerin sonunda sscb'nin dağılması gerçekleşir. fakat nahçıvan bölgesinin insanı fakir ve techizatsızdır. ermeni birlikleri ruslardan temin ettikleri donanımlı silahlarla nahçıvan'a saldırıken, bu adamlar yalnızca av tüfekleriyle falan kendilerini savunmaya çalışmaktadır. saldırıların yoğunlaştığını ve nahçıvan'ın düşme ihtimalini gören dönemin türk hükümeti, bu sınır kapısından silah, techizat, sağlık yardımı yapar, bölge insanı güçlenir ve topraklarını korur. en nihayetinde sovyet rusyanın dağılması sonrasında özerk bir bölge olarak bağımsızlığını ilan eder.

    işte bu hikayeyi bana anlatan kişi bu bölgede o zamanlar çocukmuş. çok kötü durumdaydık, hayatımızı atatürk'ün 60 sene önce aldığı toprağa borçluyuz diyor. bu adam boğaziçi üniversitesi işletme mezunu ve şuan türkiye'nin önemli bir kuruluşunda, önemli bir pozisyonda bu ülke için çalışıyor.

    stratejik derinlik böyle bir şey. bazı miki mouse'ların dediklerine inanmayın siz. zira var olan toprağı geri taşırlar maazalah.

    konuya ilişkin bir kaç link;

    http://naxcivan.cg.mfa.gov.tr/…owspeech.aspx?id=709
    https://www.google.com/…ld%c4%b1%c4%9f%c4%b1+toprak
    http://tr.wikipedia.org/wiki/dilucu_sınır_kapısı

  • bu gece programı kapatırken "bizi izleyen askerlerimize; daha doğrusu vatanını devletini seven, canını kardeşini feda edecek kadar seven askerlerimize selam olsun" diyen şey. aklınca isyan eden yarbaya laf çakıyor. bir reyizci, şehit abisine laf çakıyor, hem de meşrebince.

  • 95 tl'ye satılan bir çuval un 175 tl olmuş.

    tohumu bile ithal edip tarım ülkesi olmakla övünürüz bide.ham maddeyi kendimiz üretmediğimiz sürece ilk kur yükselmesinde böyle tepe taklak gideriz.

  • ahmet hakan: "turk futbolunun geldigi hal icin endiselenmeli miyim?"
    b. albayrak: "sunu sorayim. bayern'le mi oynuyorsunuz? bayern'le isiniz var mi?"

  • ahaha tespit gibi tespit.

    anilar gozumde canlandi. o fezaya dikilen topa kafayla cikan stoper ve forvet mucadelesi de inanilmazdi.

    babam alpay ozalan icin bu herif o toplara kafa vura vura gerizekali olacak derdi ki hakliymis. su an goruyoruz kendisini. *

    simdi kaleci de ortasaha gibi defans gibi ayakla oyun kuruyor. futbolun harala gurele oynandigi, bol dikilmis formalarin ruzgarda salindigi zamanlar artik geride kaldi.

  • öfkeli papazlar ve varlıklı yoksullar / protestan reformu

    16. yüzyılın başlarında genç bir üniversite öğrencisi almanya'nın erfurt kasabası civarındaki kırlarda yürümektedir. bir fırtına çıkar ve şimşekler çakmaya başlar. o esnada bir yıldırım, genç adamı kıl payı ıskalayarak toprağa saplanır. genç adam bu olayı, tanrıdan gelen ilahi bir işaret olarak addeder ve ona olan minnetini göstermek adına papaz olmaya karar verir.

    martin luther, doğduğu yer ve yetiştiği ailenin de etkisiyle küçük yaşlarından itibaren belirli aralıklarla nevrotik dönemlerden geçen ve çevresine adapte olma konusunda birtakım güçlükler çeken, tabiri caizse münzevi bir kişiliktir. 1510 yılında, yine bu tarz buhranlı bir ruh halindeyken gerçekleştirdiği roma yolculuğu da aslında bir süredir gözlemlediği ve kendisini düşünmekten alıkoyamadığı birtakım "olumsuzlukların" dışavurumundan ibarettir. muhtelif bunalım türlerinin ortak özelliği; kişinin yaşadığı dünyayı çirkin ve kötü bir yer olarak addetmeye başlamasıdır. ne dinlediği müzikten hoşnut olabilen ne de doğası itibariyle sosyal bir varlık olmasına rağmen çevresindeki insanlarla diyalog kurmaktan keyif alabilen kişi, bu nevrozun bir sonucu olarak mütemadiyen her şeyi sorgulamaya başlar. binaenaleyh martin için de roma, sözüm ona uhrevi bir kent olmasına rağmen büyük zenginliği ve ölçüsüz savurganlığı ile yozlaşmış bir hüviyete sahiptir. kilisenin prensleri yani kardinaller, metrelerce kumaş harcanarak dikilmiş kaftanlar giymekte ve kutsal şehrin sokaklarında arzı endam etmektedir. neferi olduğu öğretinin temsil ettiği değerler ile birebir zıtlık içerisinde olan aziz petrus'un tahtı için bir şeyler yapılması gerektiğine kanaat getiren luther, nihayetinde isa'nın izinden giderek çilekeş bir yaşam süren ve "zengin adamı" cennete sokacak yegane niteliğin alçakgönüllülük olduğunu dile getiren gezgin bir din adamıdır ...

    protestanlığın sadece nevrotik bir keşişin roma'da deneyimlediklerinden mütevellit ortaya çıktığını iddia etmek, olguları basite indirgemek olacaktır. insanlık tarihi boyunca gözlemleyebileceğimiz gibi büyük değişimler; rastlantısal olaylar ile elverişli koşullar çakıştığı zaman meydana gelir. filhakika luther ortaya çıkmadan önce de pek çok kişi uzun süredir (roma imparatorluğu ile kilisenin nikahlanmasından bu yana) kilise'yi eleştirmekte, onun gücüne ve zenginliğine karşı çıkmaktadır. (bkz: tanchelmus) (bkz: john wyclif)
    lakin muhtelif isimler arasında en büyük etkiyi ve köklü bir değişimi yaratacak olan martin luther'dir.

    luther ilk olarak öfkesini, kilisenin "parayla günah bağışlama" uygulamasına yöneltir. roma, bu işten ciddi bir gelir elde etmektedir ve martin'in kutsal şehirde bulunduğu esnada "günah bağışlama piyasasında" patlama yaşanmaktadır. örneğin; 1516 yılında papa onuncu leo, ücreti mukabilinde kutsal emanetleri görmeye gelenlerin günahlarını affetmiştir. 1517 yılında ise tetzel adlı bir dominiken rahibi, katedral inşa etmek ve bağlı olduğu başpiskoposun "kişisel" borçlarını ödemesine yardımcı olmak adına almanya'da kapı kapı gezip para karşılığı günah bağışlamıştır. 16. yüzyılın ilk yarısında isa'nın giysileri ya da üzerinde gerildiği tahta haçın parçaları gibi sözüm ona kutsal emanetler hemen her yerde satılmaktadır ve birtakım manastırların en önemli gelir kalemi, kutsal emanetlerin endüstriyel ölçekte üretimidir. yine kilise'deki önemli pozisyonların rüşvet karşılığında alınıp satılması, dönemin alışkanlık haline gelmiş bir uygulamasıdır. yukarıda bahsini geçirdiğimiz tetzel'in "hamisi" olan mainz başpiskoposu, bulunduğu konumu elde etmek adına verdiği rüşvetlerden mütevellit büyük bir borç yükünün tahakkümü altındadır.

    bütün bu gelişmelerin akabinde ve gördüklerinin de etkisiyle öfkeli luther, kilise'nin anlamsız uygulamalarına yönelik eleştirilerini içeren meşhur 95 tez'ini hazırlar ve 31 ekim 1517'de metni wittenberg katedrali'nin kapısına çiviler. mevzubahis davranış bugün bize fazlasıyla dramatik ya da tiyatral gelebilir ancak ortaçağ avrupası'nda bir tartışma başlatmak isteyen kimseler ekseriyetle bu şekilde davranmaktadır. nitekim luther'in bu hareketi gerçekten de avrupa tarihindeki görece en büyük dini kargaşanın fitilini ateşleyecektir.

    luther'in katolik öğretisine karşı eleştirisi üç temel noktaya odaklanmaktadır. ilk olarak aziz pavlus'un romalılara yazdığı mektuptaki bir pasaja dayanarak insanların "kurtuluş" için sadece iman etmelerinin (inanmalarının) yeterli olduğunu ileri süren martin; rahiplerin, keşişlerin, piskoposların ve benzerlerinin "sıradan bir insandan" daha kutsal ya da mühim olmadığını ifade eder. ona göre gösterişli ayinlerin, resimlerin, diz çökmelerin ya da parayla günah bağışlamaların herhangi bir ehemmiyeti yoktur ve bütün bunların "kurtuluş" için bir araç olarak görülmesi saçmalıktan ibarettir. önemli olan yegane şey, sola fide yani "sadece inanç"tır. inananların tanrıya sadece ayinlere katılarak ya da dua ederek değil, günlük hayatlarını idame ettirmek için ifa ettikleri görevlerini (işlerini) şevk ile yerine getirerek ibadet etmesi de mümkündür. hülasa ister hasat kaldırmak ister ticaret yapmak olsun, "sıkı ve dürüst bir şekilde çalışmak" da tanrıya ibadet etmenin bir yoludur.

    ikinci olarak luther, kutsal kitabın hıristiyanlığa dair yegane bilgi kaynağı olduğunu ileri sürer. ona göre incil'in okunması ve içeriği hakkında düşünülmesi bireylerin hem hakkı hem de vicdani sorumluluğudur. papa'ya varıncaya dek hiçbir rahibin bu süreç içerisinde işlevsel bir yeri yoktur çünkü kurtuluş, bireysel bir meseledir ve kişinin vicdanı ile tanrı arasındaki ilişkide aracıya gerek duyulmamalıdır.

    üçüncü olarak luther, vaftiz ya da komünyon gibi ayinlerin "büyülü" bir yanı olmadığını dile getirir. bunlar inancın sembollerinden başka bir şey değildir. katolik öğretisi ise rahibin şarap ekmek ayini sırasında şarabı ve ekmeği, isa'nın kanı ve etine dönüştürme gücüne sahip olduğunu belirtmektedir. luther, bu fikirlerin bir kenara atılması gerektiğini ifade eder ve böylece ileride calvin gibi birtakım protestanların komünyon ayini'nin sembolik anlamı dışında herhangi bir niteliği olmadığını iddia etmelerinin zeminini hazırlamış olur.

    aslına bakılırsa luther'in fikirlerini objektif bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde söylediklerinde özgün veyahut benzersiz bir yan olmadığını kolaylıkla gözlemleyebiliriz. farklı inanç sistemlerinde de görebileceğimiz üzere "tanrı fikri" nerede bir rahipler hiyerarşisi ve ayinler silsilesi doğuran örgütlü bir din halini alacak olsa, birileri çıkıp bireysel ibadetin daha önemli olduğunu ileri sürmekte ve günlük yaşamımız içerisinde gerçekleştirdiğimiz en sıradan eylemler dahil, her şeyin aslında ilahi ve uhrevi bir hüviyeti olduğunu (bkz: ibadet) iddia etmektedir. ancak luther'in kişisel protestosunun pek çok insanın hep bir ağızdan attığı savaş narasına dönüşmesinin belli başlı tarihsel sebepleri vardır. örneğin; 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın başı itibariyle okuryazarlığın artması ve ucuz kitapların yaygınlaşması, martin'in fikirlerinin bir ülkeden ötekine sıçramasına yardım etmiştir. dini ve dünyevi otoriteler, artık yalnızca kitapları yakarak fikirleri yok etmeyi başaramamaktadır çünkü yeni teknoloji (bkz: matbaa), yakılanların yerine ivedilikle yenilerinin konmasına olanak sağlamaktadır. antik yunan'a ve kadim roma'ya yeniden ilgi duyulması, insan aklını her şeyden üstün tutan hümanizm felsefesini beslemiş ve septisizm'i teşvik etmiştir. (bkz: neoklasisizm). yine kutsal kitabın ibraniceden ve yunancadan yapılan çevirileri toplumun, kilise'nin kutsal metinlere dair resmi yorumlarını sorgulamasına neden olmuş ve erasmus gibi düşünürlerin hicvi, cehalet ve batıl inançlara karşı bir silah olarak kullanmasına olanak sağlamıştır. (bkz: deliliğe övgü) (bkz: deliler gemisi)

    protestanlığın başarısındaki bir diğer unsur da ekonomi modelindeki değişimlere doğru bir şekilde entegre olmasıdır. teknolojik gelişmeler, keşfedilen yeni dünya'daki zenginlikler ve gelişmiş iletişim ile taşımacılık yöntemlerinin ortaya çıkması bilhassa tüccarların daha uzak ve farklı yerlerde ticaret yapmasına ve büyük servetler edinmesine olanak sağlamıştır. aynı zamanda kendi yiyeceğini ve giysilerini üreten aile birimi, insanların gereksinim duyduğu şeyleri satın alma kapasitesi elde edebilmek için emeğini satmaya başlamasıyla birlikte daha az kendi kendine yeter bir hale gelmiştir. bilahare karl marx'ın da ifade edeceği gibi bu yeni kapitalist yaşam tarzının kendine özgü birtakım sakıncaları vardır. mevzubahis düzende parası olmayanın gücü de yoktur ve işçiler, aynı kişiye hem emeklerini satmak hem de ondan temel ihtiyaçlarını "satın almak" durumundadır ve arz sahibi de bu yol ile işçileri sömürerek azami kar elde etmektedir. işte bu noktada protestanlık inancının, yeni ekonomik modele uyumlandığını görürüz. itikadın savunduğu ilke doğrultusunda tanrıya günlük yaşam pratikleri kanalıyla ibadet edilebileceği fikri, çalışmanın kendisinin ruhani bir etkinlik olduğu anlamına gelmektedir. yine protestanlığın lüks ve zenginliği reddetmesi ve dindarlardan çalışkan olmalarını istemesi, pragmatist arz sahiplerinin daha fazla kar etmeye özenmelerine sebebiyet vermektedir. velhasıl "rastlantısal" olarak şartların ortaya çıkardığı uyum, kapitalizmin de yeni amentüyü desteklemesine neden olmuştur.

    milliyetçilik akımının ortaya çıkışı da yine protestanlığın yayılışının ilk aşamalarında önemli bir rol oynamıştır. avrupalı hükümdarlar, oldukça maliyetli haçlı seferleri'ni finanse etmek ve kiliseye ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmalarından (papanın, bilhassa monarşiler üzerindeki tahakkümünü de unutmayalım) mütevellit luther'in papa'nın otoritesini reddetme fikrini cazip bulmuşlardır. ayrıca yine martin'in savunduğu cujus regio, ejus religio ilkesi, roma'ya karşı avrupalı monarkların aradığı türden bir ideolojidir. basitçe ifade etmemiz gerekirse bu fikre göre dini farklılıklar hoş görülebilmektedir lakin her toplum, kendi önderinin dinini benimsemelidir. kilise tarafından "sapkınlık" olarak nitelendirilen protestanlık, hükümdarların kendi uyruklarının neye inanacağına karar vermesine olanak tanıyarak katolisizm karşısında kendisine güçlü müttefikler edinmiş olur. unutulmamalıdır ki belli bir dini inanç ancak onu bastıracak bir iktidar varsa sapkın olarak addedilebilir ve söz konusu ilke, yeni itikadın eskisi karşısında kora kor bir mücadele vermesine olanak tanımıştır. nitekim 1555 yılında gerçekleşen augsburg barışı'nın, cujus regio, ejus religio ilkesine pozitif hukuk içerisinde önemli bir yer açarak protestan hükümdarların kendi uyruklarına özgür olma ve hoş görülme hakkını tanımasıyla beraber katolik kilise'nin otoritesi her anlamda ciddi bir darbe almış olur.

    protestanlık, bireyin kurtuluşundan kendisinin sorumlu olduğuna vurgu yaparak günümüz modern toplumlarını oluşturan aydınlanma fikirlerinin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. ağustos 1789'da fransa'daki devrimciler, "insanlar eşit haklarla doğarlar ve yaşarlar" diyerek evrensel insan hakları'nı deklare ettikleri zaman kısmen de olsa protestanlığın dünyaya getirmiş olduğu bir "ruhu" devam ettirmektedirler. özgür ve tüm insanlar ile eşit olan birey fikri, varoluşumuzun temel dayanaklarındandır ve bu bireyin önemi, herhangi bir itikadın değerinden çok daha fazladır.

    konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere martin luther'den doksan beş tez, desiderius erasmus'tan deliliğe övgü, immanuel kant'dan aydınlanma nedir ve friedrich engels'ten ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni adlı eserleri tavsiye ediyorum.