8 entry daha
  • çocukluğumun geçtiği evin bir bahçesi vardı. öyle bildiğimiz bahçeler gibi ekilip biçilen türden değil, çoğu betondan ibaretti ve iki ağaç bulunurdu içerisinde: biri nar, biri dut.

    balkon kapısını açtığımda ilk nar ağacını görürdüm. hüzünlü görünürdü bana hep, karşısındaki dut gibi her gün atraksiyon yaşamıyordu, dalları eğilip bükülmek zorunda kalmıyordu. bütün gün dut ağacının dallarına ilişirdik eve gelen haylaz misafir çocuklarıyla, dutlar olgunlaşmaya başladığında silkelenmedik, basılmadık dalını bırakmazdık onun. nar ağacı bizi sessizce izler gibi orada dururdu; dili olsa şikayetçi olur muydu bilinmez ama anasını ağlattığımız dut ağacı kadar yakınmazdı zannediyorum.

    nar ağacı türküsü duyulmaya başlandı o günlerde; iki sokak ötede de ya belkıs akkale, ya da ona tıpatıp benzeyen bir abla oturuyordu. nihayetinde hep güleryüzle bakan biriydi, onu gördüğümde mutlu hissederdim kendimi. bahçemizdeki nar ağacı o türküyle daha güzel görünüyordu bana, o ablanın neşesini devralmış gibi hissediyordum. dut ağacı her kahrımı çeken sadık bir dost, nar ağacı ise türkülere konu olan sessiz sevgili haline gelmiş gibiydi hayatımda. balkon kapısını açıp göz göze geldiğimizde sevgi dolu bakışlarla bakıyordum ona; o narsız olur muydu? yarsız olur muydu? olamazdı, olmamalıydı...

    o evden taşınmak zorunda kaldık sonra, gittiğim evin yakınındaki incir ağaçlarına dadanmaya başladım hemen. unutmaya başladım nar ağacını, dut ağacının yeriniyse cami bahçesindeki bir benzeri alıverdi.

    yıllar geçti ve aslında o vakur sevgilimi hiç unutmadığımı anladım zamanla, türküsünü her duyduğumda onunla göz göze gelişimizi anımsadım. çoktan kuruyup gitmiştir belki; lakin ben onu hiç narsız bırakmadım, asla yarsız bırakmadım. ilk sevgilim gibi kazıdım onu beynimin albümüne, şimdi de buraya kopyalıyorum en saf halimle...
77 entry daha
hesabın var mı? giriş yap