• özgürlüğünü gerçekten kıskandığım hayvan. hayır efendim özgürce uçabilmeleri falan değil kıskandığım, insanların kafalarına sıçabilmeleri. bundan büyük özgürlük mü olur?
  • uçarken sıçabilen yaratık. bırakın uçmayı, koşarken bile bu işi yapmayı hayal edemiyorsak daha çok çalışmamız gerekir diye düşünüyorum.
  • ölümünün yaklaştığını hissedince gözden uzak yerlere çekilip orada yaşama veda eden hayvan...etrafta ötüp duran kuş sayısına karşın gördüğümüz ölü kuş sayısının bir elin parmaklarını geçmemesinin sebebidir bu durum.
  • günaydın dediğim.

    yaklaşık 6.5 yıldır oturduğum ve kendisinden artık çok şikayetçi olduğum bir evim var. evin aslında bir sorunu yok, sorun evde değil bende. 6.5 sene önce tek başıma çıktığım ilk evimdi, "öğrenci evinden bozma" bir haldeydi. artık oraya sığmıyorum ve zaten öğrenci evinden bozma bir evde yaşamak da istemiyorum. ferah, birden fazla odalı, beyaz eşya koyabileceğim, kapısı takısı bu kadar eski olmayan bir ev istiyorum. ama bu istanbul'da çok imkansız, o yüzden de her gün "öef içim daralıyor artık ya yether!" diyerek yaşamaya devam ediyorum.

    ama evimin, yaşadığım her yerin ortasında olmasından vazgeçemiyorum.
    ve penceremin önünde ağaç olmasından.
    ve tam penceremin önündeki dala konan kuşlardan da.

    bu sabah evden çıkarken pencereyi kapatmaya gittim, baktım iki tane güvercin. günaydınlaştık. dallara baktım, ben mevsimin kıvamını o dallardan anlarım. bahara doğru böyle hafif küçük yeşil şeyler belirince üzerinde "eheh ^^" hissi gelir, işte bu günlerde yaprakların azaldığını görürüm bu beni üzer, kışın uyandığımda boş dalların gölgesi perdeye yansır ve güneşi fark edip sevinirim, fakat yazın da yine o dallar sağolsun odama pek güneş girmez. seviyorum yani o ağacı. havalar çok soğumadı, o da yapraklarını tam dökmedi, bunu görmek beni mutlu ediyor.

    bi de bizim mahallenin kedisi köpeği meşhurdur malum. sadece bizim sokakta, hayvanları beslemeyi iş edinmiş iki teyze birden var. sadece bizim apartmanın önünü mesken edinmiş üç kedimiz var. bazen apartmanın içine giriyor şaşkınlar, mav mav bağırıyor oradan tabii, inip kapıyı açıp dışarı çıkarıyoruz napıcaz. neyse başka bir şey diyecektim, işte o hayvanlarla da günaydınlaşıyoruz. apartmanın önünde köpekler de yatıyor oluyor bazen, bizim mahallede kedi köpek kardeştir, kapıyı açarken bir yandan da köpeklere hal hatır soruyorum. kedilere her zaman sormuyorum çünkü zaten iplemiyorlar.

    annemlerin evinde hissettiğim bir ıssızlık vardır. mesela onu geçen hafta ilter'deyken de hissettim. ferah, geniş, aydınlık, konforlu, güzel evler bunlar. o yüzden de, ıssızlık halini "deplasmanda oluşuma" vermiştim.

    bu sabah kuşlarla konuşurken fark ettim ki, hayır, sebep pencerenin önünde hiçbir şey olmamasıydı.

    moda'daki mahallem, yıllar önce oturduğum kurtuluş'taki mahalleme benziyor. yani dar ve uzun sokaklar, bitişik nizam apartmanlar, apartmanların arka cephelerinin baktığı ortak bir avlu.

    kurtuluş'ta o avluya bakıyor olmayı çok severdim. burada da seviyorum, hatta şimdi fark ettim yine ikinci kata ve yine "ağaç yüksekliğindeyim" fakat maalesef bu kez balkonum yok.

    kendimi hiçbir şeyin içinde hissetmediğim için mi bu kadar seviyorum acaba, akıp giden hayatın bu kadar içinde olmayı?

    bilmem. yani ben mahallede yaşamayı hep sevdim. gerçi o sevgim sonradan oluştu, adana'da apartman çocuğu oldum ben, hatta öyle ki aşağı inip komşu çocuklarıyla oynadığım bile sayılıdır. çünkü öyle bir ortam öyle bir dünya yoktu. istanbul'a geldikten hemen sonra dahi değil, iki yıl sonra gelişti bende bu huy. kurtuluş'a 2004'te taşındık, işte 12 sene olmuş.

    bu evimin kalıcı olmadığını biliyorum. ha bir sonraki evimi bilmiyorum ama olacak öyle bir ev, kesinlikle olacak, ben seneye bu zamanlar bu evimde olmayacağım. öyle ya da böyle. sırf lafımı yememek için bile taşınırım gerekirse.

    muhtemelen bu mahallede olmayacak o ev. yani sadece artık kırmak isteyecek noktaya geldiğim duvarlardan değil, her gün muhatap olduğum ilk insan olan fırıncı çocuktan, sokağa gerçekten çok güzel müzikler salan ahşap ressamı beyden, günaydınlaştığım kuşlardan ve hal hatır sorduğum kedi köpekten de ayrılacağım. hah al mesela bunu yazarken, yine kurtuluş'ta da olan, mahalle akordeoncumuz da başladı. "sevişmek ah ne hoştur, yıldızların altında..."

    ne diyelim. ya nasip.
  • mitolojide türlü biçimlerde karşımıza çıkan hayvan sınıfı.

    evvela (bkz: horoz/@nostalgiaman)

    yunan mitolojisinde ares, afrodit'le aşna fişne ederken kapıya diktiği askeri alectryon uyuyakalıp da, sabah frodit'in kocası hepaistos onları basınca sinirlenip alectron'u bir kuşa çevirir. artık horoz olmuştur ve güneşin doğumunu asla ıskalamayacak, hep haber verecektir.

    horoz uğurlu sayılır. eski türklerde horoz pek tabii uğurludur, çünkü tanrı kelimesinin kökü "tan", türklerin en kutsal motifidir ve horoz tan'ın kızıllaşmasını haber verir. iran mitolojisinde, tarih-i taberi'ye yansıyan keyumers hikayesinde horoz kutsaldır, zira keyumers'in oğlunun beşiğinin başına dikilmiş, oğlunu ısırmaya gelen bir yılanı haber vermiştir öterek. "haber veren horoz" hep uğurlu sayılır, bu da "sabahın müjdecisi" gibi kabul edilmesinden ileri gelir.

    bu "müjdecilik" özelliği, kehanetlerde sık sık anılan bir hayvan olmasını sağlamıştır horozun. en meşhuru, incil'de geçer. isa, aziz peter'e "bugün horoz ötmeden evvel beni üç defa inkar edeceksin" der. peter seni asla inkar etmem dese de, isa üstelemez. isa sanhedrin'de hüküm giydikten sonra, bir genç kız peter için "bu da o isa ile beraberdi" der, peter inkar eder. sonra bir başka kız "bu da o dinsizlerdendi" der, peter yine inkar eder. en son ferisiler peter'in aksanının onu ele verdiğini, onun da isa gibi dinsiz olduğunu söyleyince peter yüksek sesle lanet okuyup yeminler ederek isa'yı tanımadığını söyler. ve o esnada bir horoz öter, peter bunu duyup, son akşam yemeğinde efendisinin söylediği kehaneti hatırlar. çok üzülür, ağlayarak dışarı çıkar ve nedamet getirir.

    horoz, evet, kehanetin kuşudur. peki karga?

    karga ve ağabeyi kuzgun, anlaşılabilir nedenlerle hep ölümle ilişkilendirilmiş. leşle beslenen bir hayvan için normal; the crow filmi ve poe'nun ölümsüz şiiri the raven ile aklımıza böyle işlendi. mitolojik dönemde, birinin etini yemenin, kanını içmenin vs. o nesnenin gücünü, kişiliğini de aktardığına inanılırdı. bu yüzden kızıl yazıtlarında türkler ölülerin kaç tane pars öldürdüğünü yazarlar, bu yüzden aslan penisi yiyerek afrodizyak etki aranır. bu yüzden "bu isa'nın eti, bu da kanı" diyerek ekmek yer ve şarap içer hıristiyanlar. karga/kuzgun da, ölülerin etini yiyerek, onların gücüyle donanır, hatta kargalar kimi zaman katledilenlerin bir nevi reenkarnesidir. bu yönleriyle kargalar kimi zaman atalarla ilişkilendirilirler, hinduizmde örneğin kargalar tanrısallaşmış atalardır.

    fakat kargaya biçilen bir don daha var, o da "haberci". odin'in iki kargası/kuzgunu vardır, hugin ile munin, "düşünce ve hafıza". bu iki kuzgun dünyayı dolaşır, odin'e haber verirler. benzer özellik, karaçay türk mitolojisinde de karşımıza çıkıyor: "kara karga col nökerlik eterikdi, eliya / hapar berirge sanga aylanıp keterikdi, eliya..." yıldırımlar tanrısı eliya için kargalar haberci işlevi üstlenirler.

    nuh tufanında gemiden karga salınması ve karanın göründüğünün böyle anlaşılması yine karganın haber verici işleviyle açıklanabilir.

    bir de şu var tabii, örneğin türklerde göçebe dönemde karga iyi, uğurlu bir hayvandır hatta aşina sülalesinin ongunu olabilir. fakat toprak tarımına geçildiğinde karga uğursuz olmuştur, zira ekinleri yer.

    ruhların kuşlarla ilişkilendirilmesi en baskın şekilde türklerde var elbette. oğuz boylarının ongunlarından, şamanların kuş donuna girmesine uzanan bir skalada kuşlar sürekli türk mitolojisinde karşımıza çıkar. kuşların boyları temsil eden ongunlar olarak kullanılmalarından, atalar ile ilişkilendirildiği çıkarımını yapabiliriz; akraba macarlarda da tuğrul kuşu rüyalara giren, esin veren ve atasal ongun olarak karşımıza çıkar. kuş, ruhun simgesel karşılığıdır, hem kişiler, hem de boylar ve topluluklar bireysel ve kolektif ruhlarını belli kuş türleriyle sembolize ederler.

    bir de (bkz: haruspex) var tabii. romalılar başta olmak üzere kadim uluslar koyun ve benzeri hayvanların yanında, belli ve uğurlu kuşları kurban eder, iç organlarını bir sunağa döker, organların aldığı şekle göre kehanette bulunurlardı.
  • gece ikide ötmeye başlayan (misal ötüyorlar şu an) bir cinsi var bunların. karanlıkta ne olduklarını da seçemiyorum. ama çok tatlı ötüyor keratalar, cıvıl cıvıl. bahçedeki ağaçlardan bir güzel melodi yayılıyor, bazen karşılıklı bir serenat ıslık çalar gibi. alışkın değil bünyem, benim bildiğim gün ışırken böyle tatlı öter kuşlar. endişeleniyorum bile bu malları yırtıcılar kapacak diye. sonra, belki bunlar da yırtıcıdır ve belki de mal sensindir diyorum kendime ve sırıtıyorum her boku bildiğini zanneden kibrime. saksıya fesleğen gibi oturturum havalanan her türlü götü, en başta kendi götümü. onbir kaplan gücünde realistim amk bu hususta.

    epey de ötüyor, susmuyor nomissizler, son bi sigara yakıp gülümsüyorum balkonda, bir huşu anı, kısa süreliğine.

    bundan sonra “senin kuş ötüyor mu, nasıl durumlar captain?“ diye densizce sorup espri kasmayı deneyenlere “birincisi benim kuş değil kuşlar (ohaa!) ikincisi sabaha kadar ötüyorlar amk! durdurak bilmeden!” diyecem yarı kinaye yarı taşak geçme bir şekilde.
  • olası bir reenkarnasyon sonucunda bir sonraki yaşamımı geçirmek istediğim bedene sahip canlı.
    ya da tam tersi, kanatsız bir bedene geçiş yaptığı için gönlü hala onlarda olan bir canlıyım.
    asla öğrenemeyeceğim bir bilinmezlik bu.

    hayatımın en büyük pişmanlığıdır yanlış meslek seçmiş olmak. benim en mutlu, en huzurlu yaşayacağım hayat kesinlikle kuş gözlemcisi olarak yaşadığım bir hayattır.

    yürüyüşe çıktığım günlerden birinde halk pazarına çıkmış insan kalabalığı gibi kuş kalabalığı ile karşılaşmıştım. terimin soğuması pahasına oturdum saatlerce o telaşlı kalabalığı izledim. şaşılacak durum değil, zira bu benim klasik geç kalma sebebimdir. kuş gördüğüm an kilitlenip saatlerin, dakikaların nasıl geçtiğini asla anlayamıyorum. neyse, bu kalabalığın içinde yaşananlar o kadar izlenesi ki
    yemek için birbirini kovalayanlar
    kur yapmak için yemeğini paylaşanlar
    bebesi için ağzında yemek ile koştur koştur uzaklara gidenler
    esen rüzgara kendisini sabitleyip havada kanat çırpmadan telaşlı kalabalığı yukarıdan dakikalarca izleyenler
    kılık kıyafeti dağılmış olup, ince ince her bir tüyünü düzeltenler
    şehrin serserileri olan kargalarda ise boyundan büyük kuşlara kafa tutanlar ve onları gerçekten sindirip uzaklaştıranlar
    bir yandan denizdeki balıkları süzüp, bir yandan da insanların ellerine dikkat kesilen martılar
    büyüklerin yemek savaşının ganimetleri olan minik parçaları sinsice gelip kapıp giden serçeler
    serin bir rüzgar estiğinde aniden yumoş bir top gibi tüylerini kabartanlar
    kur yaparken boynundaki tüyleri kabartıp daha seksi gözükmeye çalışanlar
    yine aynı şekilde kur yaparken dişisini ölümüne kovalayanlar
    sıcak olduğunda kanatlarını bedenlerinden uzaklaştırıp arkadan bakınca kalp şeklini alanlar
    nereye neden uçtuğu belli olmayan gizemli takılanlar
    uçabilmesine rağmen nispet yaparcasına çimlerin üzerinde seke seke koşanlar
    uzun bir uçuş sonrası nefesini düzenlemek için soluk soluğa zemine konanlar
    muhteşem aksesuarı olan kuyruğunu salına salına gezen asi saksağanlar
    en tepelere ince ince işlenmiş yuvalarını ziyarete giden minnak kırlangıçlar
    meraklı gözlerle etrafı izleyen ergen kuşlar
    tüm bu kalabalığa konser verircesine şakıyan muazzam sesliler
    bu muazzam konsere brutal vokal gibi aralarda girişler yapan kargalar

    özetle o kadar güzeller ki. o kadar özeller ki. gözünü, kulağını, bedenini, ruhunu şenlendiren canlılar.
    şehir hayatındaki bu kısıtlı kuş popülasyonunda bile yaşadığım bedenden ışık hızıyla uzaklaşıp yok oluyorsam, dünyadaki her kuş ile temasta bulunabilsem neler hissederdim diye düşünce balonlarına boğuyorum kendimi.
    yapılmış olan tüm kuş belgesellerini yalayıp yutmuş olmasına rağmen hala o en derindeki kuş aşkını dizginleyemeyen bir insanın, insan kalabalığı içinde mutluluğu bulamıyor olması en doğalı değil midir? kısıtlı bir bedene hapsolmuş, kanatları olmamasına rağmen kanatlı ruhu taşımak en ağırı değil midir?
    onları daha fazla görebilmek ve duyabilmek için evde mümkün olduğunca kısa durmaya çalışmam da hep onları hissedebilme sevdasına.
    orhan veli'nin de dediği gibi,

    pencere, en iyisi pencere,
    geçen kuşları görürsün hiç olmazsa,
    dört duvarı göreceğine.

    içimdeki kuşun hiçbir zaman ölmemesi umuduyla.
  • bir tane güzel şarkı yapınca doğanın dengesini bozmamak için ardından 15 tane kötü şarkı çıkaran koca yürekli hande yener'in yeni şarkısı.

    kadın da haklı oğlum; aşk tohumu 3 ayda ancak 3 milyon izlenmişken, bu şarkı bir günde 2 milyona yaklaşmış. milletçe kaliteye alerjimiz var. kadın resmen yapacağınız işi sikeyim affedersiniz demiş bu şarkıyla.

    her kuşa bir yuva
    her kuşa bir yuva
    her kuşa bir yuva
    kampanya kampanya
  • bir artistler ya. sırf kanatları var diye sürekli uçmalar falan... normal yürüdüklerini görmedim nerdeyse. sinekler de keza. kuş da öyle... neyin artistliği olm bu? biz de normal yürüyebiliyoruz mesela... ama sürekli yürüdüğümüzü gördünüz mü?? yoo. sizden iyi yürüyoruz olm. adam olun azcık. yürüsek biz de yürürüz yani. sırf size hava olsun diye. bakıyorum, bazen denk geliyorum da seke seke yürümeler falan. ehe. n'oldu la? normal yürüyemiyor musunuz? üzüldüm. vah vah. biz normal yürüyebiliyoruz işte. istesek sabaha kadar yürürüz yani. ama yürümüyoruz. hava atmak değil derdimiz. ama siz öyle değilsiniz işte. sırf kanatlarınız var diye sabah akşam uçuyorsunuz amına koyayım. sırf ziyansınız ha.
  • karnını doyurmak, bir de barınmak... yok başka endişen. kim senin gibi olmak istemez ki?
    bazen şarkı söylediğini duyuyorum ve nerede konaklamışsan, senin için orası memleket...

    sınırların üzerinden geçerken gülen sen misin? komik gelmeli bu saçmalık.

    her gün doğumundan, gölgeler kısalana dek senin zamanın.

    tek külfetin kanadındaki. ve dünyanın en ağır yükü...
hesabın var mı? giriş yap