• "travmalar ve belki özellikle toplumsal travmalar sessizlikte yoğrulur, sessizlikle el ele gider , sessizlikte boğulur. soykırım mekanlarından, işkencehanelerden ses sızmaz. yaslılar, yas yerleri sessizdir. kırımdan kurtulanların sessizliğinden, be sessizliğin onurundan bahsedilir; kırım yaşayan kuşaklar çocuklarına "konuşmamışlardır." darbeciler sessizlik bekler, onlar için "sessizlik sağlıklılıktır"; toplumun onlara ve olanlara sessizliğinden bahsedilir. sessizlik de sanki bulaşıcıdır. peki sessizlik sessiz midir? spivak'ın "madun konuşabilir mi?" sorusuna belki başka yerden de yaklaşılmalıdır: madun duyulabilir mi ya da nasıl duyulur?"

    (ilker özyıldırım-bireysel ve toplumsal travmalar)

    yaşadığımız ailelerde, yakın çevrelerimizde, ülkemizde ne büyük sessizlikler var kuru gürültülerin kakafonisi ardında gizil duran; ne çok söylenmemiş söz, anlatılmamış hikaye, ne çok sır ve o sırların, gizli kapıların ardında ne çok acı var. ses çıkarmayı öğrenmemiz gerekiyor. boğulmamak için, anlamak için, isyan etmek için, değiştirmek için, inkar bulutlarını dağıtmak için, böyle gitmez demek için.

    sesimizi kaybedersek bir zulmün üzerimizde işlediği pasif bireyler haline geliriz. buna direnmek gerekiyor. otoritelerin sessizlik ve riayet isteklerine hayır diyebilmek için sese ihtiyacımız var. ne yazık ki baba arayışlarımız kendi sesimizi bulma ihtiyacımızın önüne geçiyor türkiye toplumunda. oysa babanın sesi belki koruyucudur ama bu güvenlik zırhı babayı ölümsüzleştirdikçe bizleri de çocukluğa mahkum eden, başka türlü babalar olmamızı ve başka türlü çocuklar yetiştirebilmemizi engelleyen şey oluyor. babanın monoton sesinden çıkıp polifoniyi nasıl yaratabileceğimizi düşünmek gerekiyor. başka türlü güvenlik biçimleri bulmak gerekiyor, daha çoğulcu ve daha anti-hiyerarşik biçimler.

    sessiz oldukça, etliye sütlüye karışmadıkça, kendi halimizde yaşadıkça, eleştirmedikçe, didiklemedikçe, huzur kaçırmadıkça bu zulümlerin ve her rengi silip atan griliklerin sonu gelmeyecek. bir kurtarıcı yok, sadece şu an yaşamakta olan sıradan insanlar olarak bizlerin sesini çıkarma ve böyle gitmez deme biçimleri var. evet büyük çaresizlikler var ama bunun karşısında insani mücadele alanları da var savaşmak için. belki de çaresizliklerden ölüm dışında olanlarını pek kolay kabulleniyoruz.
  • genel bakış:

    “başkaları için konuşur, kendimiz için susarız. bu yüzden sessizlik, sözden farklı olarak, kusurlarımızın, yapmacık davranışlarımızın izini taşımaz. saftır, gerçekten bir atmosferdir.” (s.56)
    - marcel proust, yaratıcı okurluk

    özel bakış:

    “aşkta sessizlik, dilden evladır.” (s.81)
    - blaise pascal, risaleler

    kategoriler:

    “iki tür sessizlik vardır. sözün sessizliği ve sesin sessizliği. ikincisi bizi çok daha derinden etkiler.” (s.85)
    - jean baudrillard, cool anılar ı-ıı

    netice:

    “sessizlik en büyük zulümdür.” (s.455)
    - blaise pascal, düşünceler
  • kelimelerin yükünü taşıyan bir bulut gibidir.

    peşi sıra getirdiği rüzgarın kendisini itmesiyle ilerleyip gidecek mi, kar mı yağdıracak yoksa dolu ya da yağmur mu, veyahut fırtınaya mı işaret ediyor tam olarak bilemeyiz sırf kendisine bakarak. ama bir şeylere gebe olduğu aşikardır daima.
  • anlatacak birşeyin olmadığından zannedilse de,

    birikmiş acıların boyunu aştığında, için taştığında,
    artık anlatacak mecalinin kalmaması durumudur aslen...
  • "insanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi bölen çığlıklardan daha beter. ve sen o sessizlikte ne demek istediğimi anladın. çünkü sen de çocukken bir kuş olmak istemiştin. yakınmadan, ortalığı ayağa kaldırmadan acı çekmeyi öğrenmek hayli zamanını almıştı. beni anladığında o kadar şefkatle baktın ki, sanki gözlerinle saçlarımı okşadın, gözlerinle ellerimi tuttun ve aynı gözlerle kahvaltına devam edebilirsin dedin.

    bu sabah bir çocuk pencereye çıkıp yangın var diye bağırdı. sonra da koşup kendini denize attı. ölülerin üstüne basarak yürümekten yorulmuşsan bir balık olduğunu da düşünebilirsin"

    kahvaltına devam edebilirsin
    emrah serbes
  • bir dil. çok az kişinin anladığı.
  • freud'a göre tekinsizdir: anne karnından tersine bir evrimle modern mağaralarımız apartman dairelerinde aseksüel gregor samsa'lara evrildiğimiz karanlık bölgelerde sürer gider. zamanı da mekânı da eğip büker sessizlik, tanınmaz bir renge büründürür.

    insan kendi sesine bile yabancılaşır. ses değildir ağızdan çıkan, boğulan birinin çıkardığı anlaşılmaz nidalara dönüşür. gregor samsa bunu ilk deneyimleyenlerden biriydi geçen yüzyılın başlarında.

    bağırabilirsin de yeri geldiği zaman. ama belki de:

    "çığlık atabilirsin...şu andan itibaren noel'e kadar ve alacağın tek cevap, şu anda duyduğun sağır edici sessizlik olacak."
    (bkz: the house that jack built)

    bu tekinsiz ruh halini en veciz biçimde hallâc-ı mansûr dile getirmiştir:

    "cehennem acı çektiğimiz yer değil, sesimizi kimsenin duymadığı yerdir."

    sesin yitimidir acının başladığı yer. eğer doğruyu söylediğin için hücrelere tıkılıyorsan, bir imza (sözün yazıya/eyleme dönüşmesi) atıp işten atılıyorsan, bir tweet ile kırbaçlanıyorsan, her adımda otosansür uyguluyorsan kendi zihnine: cehennem işte tam burasıdır.

    sessiz kal. unut sesini. ama sesinle birlikte önce özgürlüğünü, ardından kimliğini/insanlığını yitireceksin.
  • "sessizlik boş değil. cevaplarla dolu."

    sessizlik istanbul’da çok pahalı.
  • matisse -- evlerde yaşayan sessizlik, 1947: görsel

    "kulaklıklarımı çıkardığımda sessizlik yeniden üzerime çullandı.
    sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey. bunu da yeni öğreniyordum."
    -murakami, sahilde kafka
  • yaklaşık 200 yıl önce çare sessizlik yaratmak, esas olanı dinleyebilmek ve sonsuzlukla ilişkiye girebilmekti. bugün sessizlik yaratmak daha da acil görünüyor, çünkü endüstriyel büyüme ve ekonomik buyruğun her zaman daha fazlasını üretmesi nedeniyle her yerde daha fazla gürültü olmakla kalmıyor, aynı zamanda ruhla veya sonsuzlukla bu ilişkiye sahip olma konusunda daha az isteklilik de var.

    çifte gürültü: teknolojik ve ideolojik; yalnızca makinelerin sürekli kesintiye uğraması değil, aynı zamanda önemsiz olanın gürültüsü, önemsiz ve dikkat dağıtıcı olanın gürültüsü, sürekli eğlence ve banalliğin gürültüsü, soren kierkegaard'ın yılan olarak adlandırdığı şeydir bu.

    tasavvuf şairi rumi de aynı şeyi şöyle söylüyor: "belki de yalnızca köklerde bulunanı dallarda arıyorsunuz." belki de dikkat dağıtmak, eğlenmek ve kendimizi dünyevi başarıya adamak, ortalıkta dolaşmak, asla merkeze varamayacağımız anlamına gelen bir dolambaçlı yol olabilir. bu konu ile ilgili carl gustav jung da şunu yazdı: "insan için belirleyici soru, onun sonsuz bir şeyle ilişkili olup olmadığıdır."

    eğer sessizliği yaratmazsak elbette sonsuz bir şeyle ilişki kuramayız. ve eğer sonsuz bir şeyle ilişki kurmazsak, hayatımız önemsiz, anlamsız, beyhude olacaktır ve hatta bunun saçma bir zaman kaybı olduğu bile söylenebilir. örneğin kierkegaard, bir metnin de şöyle yazmıştı: "yalnızca özünde sessiz kalabilen kişi, özünde konuşabilir, özünde eylemde bulunabilir. sessizlik içselliktir... sessizliğin içe yönelimi, kültürlü bir konuşmanın koşuludur. "

    yalnızca içsel dinginlikten dış dünyayla tam ve anlamlı bir şekilde ilişki kurabilir ve samimi bir kişisel ilişki kurabiliriz. kierkegaard'ın" teşhisinin geri kalanı ise şöyledir: “sessizliğe inanıyorlar. insanoğlunu sessizliğe kavuşturun. gürültülü çağdaş dünyada tanrı'nın sözü duyulamaz." birkaç on yıl sonra nietzsche de, tanrı'nın öldüğünü yazacaktı. ama belki de giderek ağırlaşan ve her yerde mevcut olan gürültü tarafından boğulmuştu.

    gerçek şu ki: sessizliğin geçirgen farkındalığını kazanmak yeterlidir, kendimizi devasa projeler üstlenmeye ya da firavun fikirlerini kristalleştirmeye zorlandığımızda, sessizliğe bağlanabilmenin önemi ortaya çıkar.
hesabın var mı? giriş yap