• artık şaka mı gerçek mi delireceğiz ya. burda bir aydır bak abartmıyorum, 2 gün su var 10 gün yok. daha dün geldi yemin ediyorum yoktu yine bir haftadır. en son artık tuvaletimizi dışarda yapıp geliyorduk diyorum sana. koktuk arkadaşım. öldük ya. sevinemedik ama. yani ne alakaysa artık bilemiyorum, van'da kck operasyonu yapılıyor, belediye başkanı içeri alınıyor, söylenti odur ki ''sular o yüzden yok''. yine gitti anasını satayım. boru patlar şehrin suyu gider, gelmez. başkan gözaltına alınır sular gider. ot olur su gider bok olur su gider. ulan gözüm mikrop kaptı pislikten bak. yeminle pislikten mikrop kapmış durumda ya. burası şehir. şehir diye geçiyor burası. van'ı seviyorum ama şu suyuna lanet gelsin.
    istanbul'da 1 gün sular gidiyor, doluyor hep buralar sayfalarca. bak gıkımız çıkmadı günlerdir. ama ''başkan tutuklanınca sular kesildi'' nedir ya?
  • gittiğim ilk gün erciş garajında ilginç bir olay yaşadığım şehir. otobüsten iner inmez, elinde tartı olan bir çocuk geldi ve; "abi, senin kaç kilo olduğunu tahmin ederim ben, inanmazsan tartı burada, eğer kilonu tutturamazsam para vermezsin..." dedi. 25 saat otobüs yolculuğu yapmış ve götünü oturduğu koltukta bırakmış biri olarak (eşyamız aşırı olduğu için izmir'den van'a otobüsle gitmiştim), yok abisi işim var belki bir daha ki sefere, dedim. yol boyunca 1 lira 1 lira işemek için verdiğimden cebime baktım hiç bozuk para kalmamış, sadece 100 lira var. çocuğa , tartılmak istemiyorum bozuk param da yok ama al bu poşetin içinden istediğin kadar şeyi... diyerek içinde bisküvi, çikolata dolu olan poşeti uzattım. çocuk gülerek ve utanarak, abiyy dişlerim ağrıyor sonra istemiyorum, dedi. ne kadar ısrar ettiysem almadı.

    tam o sırada 3-4 çocuk daha geldi, onlar da tartalım mı abi, demeye başladılar ki, bana ilk gelen çocuk bir anda araya girip hepsine kızdı, "abinin parası yok lan gidin, olsa zaten bana verecekti!" güldüm. sonra araç geldi, eşyaları yüklemeye başladık, bir ara kafamı bir kaldırdım, bütün tartıcı çocuklar bizim eşyalara el atmış araca yüklüyor! oğlum ağırdır beliniz ağrıyacak dediysem de "abiyy ne olacak yaa, misafirsiniz siz" deyip, hepsini özenle taşıyıp araca koydular. ben de ne yapacağımı şaşırıp olum alın şu poşeti dedim. içinde en az 20 liralık mal olan poşeti çocuklara vermeye çalıştım, çocuk oğlum bunlar, çikolata veriyorum, almıyorlar! iş öyle bir noktaya geldi ki, o anda benim gibi oraya ilk defa gelen biri bizi görse çocukların van'a ilk gelişleri olduğunu, benim de onlara çikolata satmaya çalıştığımı zannederdi. velhasıl kelam, ne yaptıysam almadılar, misafirsin abiiy sen, deyip durdular. sonra biz araca bindik, van'a gittik.

    kendi kendime söz verdim, ayrılmadan önce o garaja bir daha gidip, çocuklarla doya doya muhabbet edip hepsiyle tartılıp, paralarını da vereceğim diye. bir kere gitme fırsatım oldu, onda da çocuklar yoktu, çok üzüldüm. dönüşü tabii insan gibi uçakla yaptığım için o zaman da göremedim. şimdi bu konuyu "bak işte doğuda insanlık ölmemiş, çocuklar barışın simgesi" falana bağlamayacağım elbet. gerek yok bu güzel kardeşlerimi böyle kirli konulara alet etmeye! diyeceğim şu ki, eğer ki yolunuz erciş'ê düşerse. garaja giderseniz, lütfen o çocuklardan bazılarını görürseniz, tartılın, en azından benim yapmadığım şeyi yapın ve paralarını verin. kendilerine belki bir çikolata alırlar, başkasının elinden çikolata alamayacak kadar naifti o çocuklar çünkü...
  • alışkanlık olarak süzgeç kullanmıyorlar burada. sonuçta ''dişinde çay kalmış'' muhabbeti sık oluyor. kaçak çay biraz daha iri ya ondan. güzel yapışıyor ama. hakkını vermek lazım.
  • bir bucuk yila yakin zamandir yasadigim ve bu sure icerisinde hayatimin guzel gunlerinden bircogunu gecirdigim, cok gezdigim, cok arkadas edindigim, epey kitap okudugum, epey film izledigim, golune her bakisimda tekrar hayran oldugum, suphan manzarasina bittigim, adasindaki badem agaclari cicek actiginda icimin de cicek actigi, golunun kiyisinda cay icmeyi bogazda cay icmeye degismeyecegim bir sehirken simdi urktugum, dagini tasini korku filmi gibi algiladigim, golune eski gozle bakamadigim bi sehir oluverdi, depremle ozdeslesti.

    insallah bahar geldiginde, adasindaki badem agaclari tekrar cicek actiginda, gunesin altin gibi parlattigi ve isittigi gol geri geldiginde van yine eski van olacak.. yine 'van'imiz hostur' diyecegiz.
  • aşağı yukarı bir buçuk yıl önce bu başlığa girip şehir hakkında fikir sahibi olmaya çalışmıştım. hatta yeşillendirme talebinde bulunup yazarlardan detaylı bilgi istemiştim. pek çok mesaj almıştım şehir hakkında olumsuz görüş belirten bir tanesinde dahi iyi bir şeyler yoktu. fakat mesajlarda dikkatimi çeken bir şey vardı bir tanesinde dahi terör vurgusu yapılmamıştı. sanki yozgat'a gidiyormuşum gibi hissetmiştim.

    neden böyle olduğunu şimdi şimdi anlıyorum.
    bi süredir yazmayı planladığım bir yazı bu fakat haksızlık etmemek derinlemesine anlayabilmek için biraz erteledim diyebilirim. van çok tuhaf bir yer. tuhaftan daha iyi bir benzetme bulabilir miyim diye düşündüm bulamadım gerçekten tuhaf bir yer. bir kere düşünüldüğü kadar korkulduğu kadar terörle içiçe bir yer değil. özellikle güneydoğunun yerle yeksan olduğu şu süreçte ufak tefek olayları saymazsak ciddi bir olayla karşılaşmadım. sadece ufak tedirginlikler hakim. terör yok diyemem, gölgesi bile insanı mutsuz etmeye yetiyor ama o gölge istanbulda da var ankarada da. velhasıl terör bu şehrin bana kalırsa en büyük eksisi değil.

    bu şehrin en büyük problemi insanı. bakın türk, kürt, fars, arap, rus, çingene ayırmıyorum. hepsinden de mevcut zaten. birleşmiş milletler gibiyiz. bu kadar farklı kültürün bir arada olduğu ama bu kadar az kültürlü bir yer hayal edemezsiniz eminim. burada herkes birbirinden nefret ediyor. van'ın yerlisiyiz diye gerine gerine dolanan türkler sonradan gelen türklerden ve komple kürtlerden, kürtler, yüksekova kürtlerinden ve suriyelilerden, suriyeliler hepimizden hepimiz onlardan. birbirinden nefret etmeyen bir güruh göremezseniz. dışardan geldiğiniz vanlı olmadığınız apaçık ortada olduğundan yalnız gören gelip bir diğerinin dedikodusunu yapar burada. o kadar komik bir ırkçılıkları var ki burada yaşadıktan sonra ırkçı olma şansınız yok, komik ve aptalca buluyorsunuz ırkçılığı.

    bir diğer problem van esnafı. şark kurnazı lafını kesin buraya yolu düşmüş bir batılı kullanmıştır ilk. hindistan, iran, erzurum filan değil. bizzat van'dan ticaret yapmış birinin sözüdür eminim. yakında yediğim ekmeği internetten sipariş edeceğim. bir iki örnekle açıklayayım. arabama yedek anahtar yaptıracağım 1,5 milyon nüfuslu bu şehirde yapabilen yok ama sıkıntı o değil. yapamıyorum diyen yok. para için her şeye tamam deyip sonra yan çiziyorlar. arabam da 3 kişiden birinde olan klişe bir araba ama yok işte malzemeleri. diyor ki sipariş edelim mi. tamam diyorum et, ilaç değil ya bu gelir elbet. 2 hafta geçiyor arıyorum, abi elimizde yok sipariş edelim mi diyor. inceden bi taşak mı var bilmiyorum ama hep böyle oluyor. takım elbise alıyorsun ikinci hafta cartayı çekiyor. dünya para vermişsin garantili mal, kurumsal firma diyorsun. yok işte o kurumsallık yok. zenginin teki dükkanı açmış dünya sikime minare götüme takılıyor. garantiye gitsin diye bırakıyorsun iki hafta sonra gidiyorsun takım senin bıraktığın yerde hatta bıraktığın masanın üstünde. bir çalışan dahi alıp kenara koymamış. neyse abi halledelim diyor gönderelim diyor. bi hafta sonra arıyor gel abi takım çok iyi oldu. gidiyosun bakıyosun yemin ederim merkeze göndermeyi geçtim açıp bu ne diye bakmamışlar bile. aynı duruyor. mahçubuz abi hakkını helal et gözden kaçmış diyor diyosun canın sağolsun maldır gönderin bakalım. bi hafta geçiyor yine arıyorlar abi gel takım işi tamam. gidiyorsun bakıyorsun kendi terzilerine gönderip takımı kendilerince tamir etmişler ama takımın sağ cebi resmen öne kaymış. şalvar gibi olmuş. sinirden gülüyorsun artık. diyorum tamam artık iş sizden çıktı ben merkezle görüşeceğim, trip yapıyor, duygusala bağlıyor. böyle bir yer burası. bir diğer örnek, arabamla ilgili küçük bi aksilik vardı, götürdük ustaya. 5 dakkada halletti, öyle dedi yani. 50 liramızı verdik teşekkürümüzü ettik sigaramızı ikram ettik çıktı. 1 hafta sonra tamir ettiği arıza hortladı götürdük yine yaptım dedi 30 verseniz yeter dedi. enayiyiz ya ses çıkartmadık. verdik teşekkür ettik çıktık. bi hafta sonunda yine aynı olay aynı arıza götürdük. yüzü de kızarmıyo ha, bakarız hallederiz şimdi diyo filan. açtı bu sefer cidden yaptı. içimden dedim sikerim yarrağımı alırsın bu sefer. dedim usta hadi eline sağlık kolay gelsin. yüzsüz yüzsüz gelip hocam üç beş bi şey atsaydın el emeğidir diyor. dedim 3 haftadır buradayım. benzin yakıyorum, bi hafta tatilim var senin yüzünden burada harcıyorum üçüncüye aynı arızaya para istiyorsun. ayıptır. vallah sen haklısın hocam da el emeğidir diyo hala. bastım gittim. parasında değilim ama yıldırıyorlar insanı böyle böyle.

    yemek esnafından söz edeyim ben size biraz. her şey çok pahalı burada. izmir'e istanbul'a gidip fiyatları görüp gelip burada da aynı etiketi basıyorlar. niye? batıda öyle bizde de öyle olmalı. iyi de o adamla senin verdiğin hizmet, dükkan kirası, konum aynı mı? yok ama istanbulda öyle. en kral restoranlarında tabakta üç tane kıl vardı. bildiğimiz göğüs kılı gibi minik minik üç kıl. çağırdım dedim bu nedir, kuzu etidir normaldir dedi ve bahsi geçen üç kıllı yemeğin fiyatı 30 tl. içeceği tatlısı suyu derken 50'lik olduğunuz mekanda oluyor bu. diğer kebapçıları söylemiyorum bile. kıtır kıtır yağ yersiniz kebap diye. kebabı ortadan sıyırıp gösterdim dedim bu bembeyaz yağ ne böyle. abi o bizim speysiyalitemiz? dedi. burası da vanlılara göre doğunun en iyi kebapçılarından birisi. hah bu sıkıntı var bir de. mikro milliyetçilik hatsafhada burada. van'da birisi bir şey yapıyorsa o türkiye'nin hadi türkiye olmadı doğunun en iyisidir. toz kondurmazlar. yemek diyordukk evet, burger king'e gidin sanırsın burger king değil yerel bir restoran. etin, patatesin tadı bi başkadır bir de asla istediğinizi alamazsınız burada kurumsal yerlerde bile. kola olmaz, kola varsa başka hiçbir şey olmaz. her şey varsa yemeğin kendisi olmaz. çay mesela, elli kere de süzgeçli koy desen yine de çiçekli çay denen o zıkkımı getirirler. çayın posasının üstünde yüzdüğü çayı içiyorlar. sen de içmek zorundasın onu. van kahvaltısı dünyanın en overrated olayı olabilir. hala daha buraya gelip sütçü fevziyi, kenanı övüyorlar ya götümle gülüyorum. lan oğlum adamlar ikinci filan değil direkt üçüncü kalite malzemeyi önümüze pis tabaklarda dayıyorlar. kaşar koyuyor mesela van kahvaltısı denince eşek gibi de ücreti olunca kars kaşarı filan bekliyorsun ama yok lan bildiğin bim kaşarı. ben et ürünleri üreten bi firmaya gitmiştim görüşmeye en ucuz malzemelerini kahvaltıcılara verdiklerini dile getirmişti. en ucuz olanı da baharatlı tavuk sucuğu işte. tuzdan geberten soğan kokulu bi parça otlu peynire, üç yaprak dilim tavuk sucuğuna ve şekerlenmiş bala küflü teneke tabaklarda 25 lira verip övüyoruz. yemin ederim en basitinden maraş caddesindeki özsütün kahvaltısı beş basar ki beş para etmez bi kahvaltı olmasına rağmen. işte beni bu yazıyı yazmaya iten şey de turist büyülenmesi denen şey. abi geliyorsunuz buraya 1 haftalığına öğrenci kuzeninizin, asker kardeşinizin ya da maganda sevdiceğinizin yanına. van'ın nispeten güzel bi iki yerine gidip ooo doğu hadi övmeliyim diye coşuyosunuz. yok van düğünü romantikleri mi ararsınız otlu peynir aşıkları mı.öyle bir şey yok abicim, gel iki ay yaşa şurada sonra güzellemelere giriş. bu turizm budalalığına bu abartılı olumlu önyargıya karşıyım ben. buraya gelince herkes benden otlu peynir istedi. en az 20 kişiye götürdüm. o 20 kişi de 2 kişilik ailesiyle o peyniri yemiş olsa 40 kişi ilk kez o peynirin tadına baktı ve 40 kişiden inanın bir tane seven çıkmadı. van diye kötülemiyorum. erzincan tulumu söyledik tadına doyum olmadı, kars kaşarı öylesine ama otlu peynir kötü kardeşim kötü ortak zevklere göre kötü.

    şehri tarif edelim şimdi biraz. batıdan doğuya doğru uzanan üç cadde düşünün. dümdüz ve dimdik üç cadde. sırasıyla iki nisan, kazım karabekir ya da asıl bilinen adıyla maraş ve sıhke. şimdi bu caddeleri bittiği noktada birleştirin. hah o da cumhuriyet caddesi. cumhuriyet ve maraş caddeleri van'a eşit. diğer iki cadde de bu iki caddeyi destekliyor. şehir nüfusu 1.5 milyona yaklaştı ve iki caddesi var sadece. resmi işler cumhuriyette gayriresmi işler maraşta görülüyor. kaldırımlarda yürümek değil nefes almak bile zor. akşam trafiği istanbulu aratmaz. yürüyerek daha kolay varırsınız evinize. çünkü her şey ama her şey maraş ve cumhuriyette geçiyor. trafikte yine can sıkan şey trafik değil insanlar. adam dörtlüleri yakıp bu adım adım ilerleyen caddede arabasını bırakıp gidebiliyor. geçen gördüm, adam baya bildiğin yolun ortasına aracı bırakıp işhanına girdi. arkada 500 metre kuyruk oluştu. ben de kenarda bi yerde çay içiyorum. ambulans dahil pek çok araç kilitlendi kaldı yolda. korna sesinden şehir inliyor. neyse beyimiz geldi, öki dohka behleseniz noğlur omono godoklorum dedi. yüzü kızarmadan, dünyanın en haklı insanı edasıyla gazı kökledi gitti. bakın daha bu gün başımdan geçen olayı anlatayım size. bu maraşı besleyen caddelerden birisindeyim. çift şerit demeye bin şahit bi ara yol işte. bi gidiş bi geliş. ışıkta bekliyoruz. 4-5 dakka geçti ilerleme yok. korna sesleri yükseldi filan. lan adam tek şeride park edip gitmiş arabalarda kırmızıda bekliyor diye arkasına dizilmiş, karşıdan da harıl harıl trafik akıyor, geçemiyorsun da. mesela sinyal vermek diye bir şey yok bu şehirde. göremezsiniz yani. her an bir yerlerden çıkabilir bir yerlere dönebilirler. yeşilin yanmasına 5 saniye kala geçerler geçmezsen söverler, kırmızı yandıktan 5 saniye sonra yine geçerler geçmezsen yine söverler. kaç kez o 5 saniye meselesinden kaza yaptıklarını gördüm. kafakafaya giriyorlar, sonra da cidden kafa kafaya giriyorlar. tamponun çizilmediği kazalarda öldüresiye kavga ettiklerini gördüm. bu denli kavgaya meyil ziyadesiyle fazla.

    doğulu alınganlığından söz edeceğim. yapı olarak insanlara yardım etmeyi severim. bazen gereksizce yardımcı olmaya çalışıp utandığım bile olur ama burada kimseye yaranamıyorsun. işimle alakası olmayan ama yapabileceğim işleri talep eden müşteriler oluyor. zaman ayırıyorum, yarım saat bir saat. çabalıyorum bir teşekkür dahi etmiyorlar. hepsini geçtim. istediğinden bir gram eksik bir şey olsun hemen biz doğuluyuz diye böyle, biz kural tanımayıza geliyor olay. nasıl oraya geliyor bilmiyorum ama geliyor bi şekilde.
    yollar, ah o yollar. yaya olarak söyleyeyim. sabah iki dirhem bir çekirdek giyinir çıkarsınız akşama döndüğünüzde son çamur tanesi ense kökünüze çıkmıştır. araç sahibi olarak söyleyeyim hugo oynuyorsunuz ya. sürekli engellerden çukurlardan tümseklerden kaçmanız lazım. 100 metre düz gidemezsiniz.

    mevsimler, yalan söylemeyeceğim. ilk baharı ve yazı güzeldir ama çok kısadır. 6 ayın çok sert çok soğuk 3 ayın eh işte 3 ayınsa güzel geçtiğini söyleyeyim ki ben karasal iklim insanıyım. bi kıyı egeli bi akdenizli için 10 ay kabus gibi burada.

    hastaneler, özeli tüzeli sözeli. doktor yok. varsa da bakmıyor. baksa da bi sikimden anlamıyor. hala daha geldiğim şehrin devlet hastanesinin doktorunun önerileriyle kendimi tedavi ediyorum. özel hastaneler dahi rezalet durumda. devlet hastanelerini tarif edemiyorum. burada hasta masta olmayın. gidin memleketinizde hasta olun. ayarlayın bunları!

    bir diğer sıkıntı dilenciler. şehir merkezinde abartmıyorum küçük bir şehir nüfusu kadar dilenci nüfusu var. suriyeli dilenci, yaşlı dilenci, çocuk dilenci, kadın dilenci, meczup dilenci. envai çeşit dilenci var. oturup dilenen tipler de değil bunlar. bildiğiniz yapışıp sarılıp öpmeye filan çalışıyorlar. dilenmeyenler de dileniyor. çalışıyor görünen tartıcılar, boyacılar, sigaracılar dileniyor. birisi üzerinize doğru geliyorsa emin olun dilencidir, bir şey soruyorsa dilencidir. fırsat vermeyin, at gözlüğü takın sağa sola bakmadan kimseyle konuşmadan yolunuza gidin. şehrin yüzde 5'i filan dilencidir abartısız.

    velhasıl kelam van olmamış olamamış bir şehir. bunda eğitim, terör, demografik yapı, kültür, sıkışmışlık pek çok şey etken olabilir ama olmamış bir yer. yine de güzel şeyler elbetteki var. güzel dostluklarla, gezerek, konuşarak bir şekilde zaman akıp gidiyor. korkmadan gelin fakat çok şey beklemeyin. öyle bir şehir ki burası, yaşadıktan sonra sözlükteki rezalet başlıklarının en kralına kahkahayı basar derdinizi sikeyim dersiniz.
  • şimdi buraya son model, her türlü ayrıntı düşünülmüş, geniş bir alan içerisinde dört dörtlük bi hastane (bkz: van eğitim ve araştırma hastanesi) yaptırdı devletimiz. uzun bir yapım sürecinin sonunda da bu yakınlarda hizmete açıldı, dolayısıyla vatandaş kullanmaya başladı hastaneyi. burda kullanmaya başladı diyorum ama kullanmaya mı başladı tepmeye mi başladı orası tartışılır tabi. iki gün içersinde bütün o gıcır oturma grupları, tuvaletler, ahşap mobilyalar adeta savaş sonrası talan manzarasında. teyzeler, amcalar evlerinde yatarcasına koridorlardaki koltuklarda uyuyorlar saatlerce, çoluk çocuğun elindeki ekmekler püskevitler olduğu gibi güzelim döşemelerin üzerine akıyor. tuvaletlerin kapılarını tekmeleyerek açıyorlar. bunun gibi türlü türlü manzaralar. insanın morali bozuluyor, hizmete bu kadar kıymet verilmemesine şahit olmak. insan olana değer vermek, iyisini sunmak evet bunları savunuyoruz ama bi insan da, her ne kadar hayatı boyunca insani koşul nedir görmemiş olsa bile, bir miktar insani iç güdüsü varsa eğer, bu kadar bariz bi şekilde emeğin üstünde tepinmemeli di mi.
  • sanat sokağı'nda yanınıza gelen ''bi ciğaraa versenee'' diyen uzun boylu tajdin abimiz delidir. van gölü, kale, cumhuriyet caddesi gibi şehrin sabitlerinden biridir kendisi. ben ev taşırken kolilerimden birini alıp kaçmaya kalkmış olsa da severiz. tek derdi bi ciğara. verin, gönlünü hoş edin.
  • karanlığından korktuğum şehir. deprem oldu olalı o sesler, o sahneler aklımda, ama sadece gece olunca. ilk deprem gündüzdü, banyodan çıkmış, dışarıya çıkmak için hazırlanıyordum. o an deli gibi sallanmaya başladık, istanbulluyum, deprem tecrübem var, korkmadım, sakin sakin bekledim. hatta telefonların kesileceğini tahmin ederek sallantı bittiği anda anneme merak etmemesini, depremin olduğunu bildiren bir mesaj attım. birkaç dakika sonra dışarı çıktım ve neredeyse bütün van/merkez'i gezdim. insanları izledim, yıkılan ve yıkılmaya yüz tutmuş binalara baktım. 23.10.2011'de 7.2'den 15 dk sonra olan depremde yüksekçe bir yerden insanların nasıl bir o tarafa bir bu tarafa gittiklerini gördüm. mahşer günü dedikleri böyle bir şey olmalı dedim.

    banyodan da yeni çıkmıştım, akşama kadar çok rüzgar yiyince başım ağrıdı. gittim evime yattım.1,5 saat uyudum. bunu yapana manyak derler, dört katlı binada uyumak, hem de deprem günü. ben uyudum ama, farkındalığım pek gelişmemiş herhalde. sonra telefonumun şarjı bitmeye başladığı için ve arkadaşın ısrarları sonucu işyerine gidip arabanın içerisinde uyudum.

    ilk deprem pazar günü öğlen saatlerinde oldu. pazartesi sabah ezanıyla yarı uyanık uykumdan uyandım ve işime gücüme devam ettim. iş güç dediğimin de yarısından çoğu sohbet muhabbet paylaşımdı. neyse akşam gittim evimde uyudum, ve ertesi geceler de... insanlar çadırda, arabada bile uyuyamazken.

    fakat 2. deprem... beni karanlıktan ürküten deprem. akşam 9buçuğa geliyordu saat. gündüz epey yorulmuştum, erken yatacaktım. belimi toplamış yatağa girecektim ki güm diye bir ses. ilk deprem gibi değildi bu. ilk deprem uzunca bir süre sallamıştı, fakat bu farklıydı. güm diye sesi sanki dibimde davula vurmuşlarcasına içimde hissettim. çok korktum. evdeki duvarlardan çatır çutur sesler duyulmaya başladım. ilk depremden sonra rahatlıkla kaldığım, sağlam olduğunu düşündüğüm binanın yıkılacağını, nereye kaçmam gerektiğini, enkazdan nasıl kurtulsam diye düşündüm. halbuki ilk depremde sadece ne zaman bitecek acaba diye düşünmüştüm. fakat bu sefer ciddi gibiydi.

    kitaplığım tam dibime düştü. elektrikler kesildi sallantı bittiği anda. yatağımdaki telefonu zar zor buldum, fener uygulamasını açmaya çalışırken, ayna uygulamasına bastım. ellerim öyle titriyordu ki. istemsizce. ve hayatımda hiçbir zaman ellerim soğuk dışında bir şeyden titremedi. dedim ya hep sakindim, ya daşöylesi daha doğru, hep bir mallık, 'bir şey olmaz ya'cılık vardı üzerimde. neyse..

    hızlıca pantolonumu giyerek evden çıktım, apartmanın en üst katından ayakkabılarıma basarak, gömleğimi giyerek fener yardımıyla indim. zaten sadece ben vardım apartmanda. evim ana caddenin paralelinde, hani şu yıkılan bayram otel'e 50 metre uzaklıkta. apartman kapısından çıktığım gibi ana caddeye çıktım. birden çığlıklar, ama kadın çığlığı değil bunlar, erkek çığlığı, erkek ağlaması. böyle olunca daha kötü oluyor. başını ellerinin arasında alıp küfür edenler, bağıranlar, ağlayanlar, evine doğru koşan insanlar. deprem olalı sadece 2-3 dk olmuştu ve ilk manzara buydu. bayram otele doğru biraz ilerledim, otele gelmeden koskocaman bir binanın yıkıldığını ve molozlarının yolu kapattığını gördüm. şok oldum o anda. daha o anı anlamlandırmaya çalışırken birkaç adım daha attım ve bayram otel'in yıkılışını gördüm. ki o bayram otel van/merkez'in de merkezidir, kalbidir. tamamen yıkılmış. o an işte dedim van yıkılmış. sokağa çıkalı 2 dk bile olmadan 2 tane koskocaman binanın yıkıldığını gördüm. sonra da en yakın arkadaşımın evine doğru gitmeye onu bulmaya gittim.

    ama depremden sonraki o ilk anlar... unutamam. nerede bir karanlık, hafif ışık görsem o anlar gelir aklıma. ve korkarım. film şeridi gibi geçer gözümün önünden. kimbilir belki ölmeden önce de bu görüntüleri hatırlarım. ağlayan, bağıran, koşan insanlar ve elinde beline takamadığı kemerle hızlıca yürüyen ben.
  • bir zamanlar urartu uygarlığının üzerinde kurulduğu ve osmanlı döneminde yüksek ticaret hacminine sahip ( yaklasık olarak 300 adet yelkenli gemiye sahiplik edermis bir zamanlar van gölü ) olan bu ilimiz çevresindeki bir çok ili kendi sınırları içinde bulundururdu. o zamanlar aralarında; a.b.d. , ingiltere, ve rusya'nında buluduğu bir çok ülkenin konsulosluguna, eskilerde çok meşhur olan üzüm bağlarına, ve dünyaca ünlü altın ve gümüş işlemeciliğine sahip olan bu ilimizde.
    şimdilerde ise; renkli gözlere sahip olan kedisi, gölü ve canavarı ( bir de uyuşturucu madde kaçakçılığının avrasya kıtası üzerindeki en işlek şehirlerinden biri olması, ) dışında hiç bir kayde değer, veya ayırt edici özellik kalmamıştır.
  • doğu ve güneydoğu anadolu bölgelerini kapsayan bir araştırma çerçevesinde, 20 güne yakın merkezindeki bir otelinde kaldığım güzel şehir.

    araştırma kapsamında dört ile gidecektik 7 kişilik bir ekip olarak. van, kars, ığdır, siirt.

    ilk durak van oldu. en iyi otelinin "yakut otel" olduğunu söylediler. gittik. gerçekten de temiz, çalışanları sıcak güzel bir oteldi (sanırım hotel diye geçiyor ama bu ayrımlara girmeden direkt otel diyeceğim).

    van güzel bir şehirmiş. çarşısıyla, insanlarıyla, gölüyle (bu konu ayrı bir hassasiyet istiyor).

    bir kere beklediğimden çok daha güzel bir çarşısı var. gayet gezilmelik. "rus çarsısı" denilen, gümüş, ahşap eşyaların, şalların vb. şeylerin satıldığı çarşı ise benim gibi eski püskü ya da ahşap şeyleri seven biri iseniz tam cennet.

    eğer et sever bir insansanız, ortalama bir yerde yediğiniz her şey, istanbul'daki dengine göre çok daha lezzetli elbette.

    eğer et sevmeyen biriyseniz de - eğer hala açıksa - saçıbeyaz bistro tam bir kurtarıcı. yani aradan onca vakit geçti, hala aynı kişi mi işletiyor bilemem ama güzel makarnalar, tatlılar yiyebileceğiniz hem açık hem de kapalı alanı olan büyük bir yerdi. orada yemek yemesek bile mutlaka tatlı yerdik. eğer o zamanki gibiyse her yer şiddetle tavsiye ederim.

    gelelim van gölüne...

    van gölü gerçekten güzel. ortasındaki ahtamara ya da güncel adıyla akdamar adasıyla, tam kıyısından geçen tren yoluyla güzel bir göl. içinde yüzmek ise inanılmaz. öyle çok gezmiş, farklı denizlere girmiş bir insan değilim ama van gölü'nün yeri cidden ayrı. eğer yolunuz düşerse, yanınızda mayo bikini falan olmasa da bir şekilde o suya girmelisiniz bence. ama sakın suyu yutayım demeyin, boğazda bıraktığı tat hiç hoş değil *

    kahvaltısı bana pek uygun değildi o yüzden çok girmeyeceğim kahvaltı mevzusuna. denemek isterseniz, merkezde kahvaltıcıların olduğu bir sokak mı ne vardı. kime sorsanız gösterirler.

    van denince susamıyorum bir türlü, kusura bakmayın.

    sonuçta bir insan hayatında kaç kere inekli pijamalarıyla gecenin bir vakti bir otelin önünde oturur ki? (deli değilim elbette, biz oradayken de şiddetli bir deprem olmuştu da ondan canhıraş şekilde kendimiz otelin önüne atmıştık. kıraathaneden çıkan koca adamlarla da tam bir tezat halindeydim)

    van benim için insan hafızasının ne kadar kontrolsüz çalıştığının da bir kanıtı aynı zamanda.

    araştırma kapsamında ilçelere köylere gitmiştik. tüm köyün soyadının aynı olduğu köyler de vardı.

    işimiz bitip döndükten epey zaman sonraydı sanırım, bir haber okudum. bir çocuk kayısının çekirdeğini yemiş ve çekirdeğin içindeki siyanürden zehirlenmişti. 4 yaşındaki çocuk felç olmuştu. "lan kadere bak mk!" diye sinirlendikten iki dakika sonra yer ve kişi isimlerini idrak edebildim. olay van'da olmuştu ve soyad oldukça tanıdıktı. soyad aklımda kalmıştı çünkü köydeki herkes aynı soyada sahipti. haber icin bkz

    muhtemelen o çocuğun annesi ya da babası ile ben ya da ekip arkadaşlarımdan biri görüştü.

    bunun bir anlamı var mı? yok ama bir şekilde herhangi bir gazetenin bilmem kaçıncı sayfasında yer alan böyle bir haberdeki kişilerle hayatımın bir yerinde karşılaşmış ve bu karşılaşmanın farkına varmış olmak, dehşete kapılmama neden olmuştur hep.

    gittiğim köylerin bir kısmı, son van depreminden çok etkilendi. belki de anketlerimizde yazan isimlerin bir kısmı artık sadece isimden ibarettir, kim bilir? ben bilmek istemiyorum, o ayrı.

    muhtemelen yazının burasına kadar gelemediniz ama okuyan bir kişi bile varsa, ben kısaca meramımı anlatayım. benim gibi fazla anlamlar yüklemeniz gerekmez, sadece gidip görebilirsiniz. van buna değer.
hesabın var mı? giriş yap