• buzzati isminin kafka'yla neden bu denli sık anıldığının ayırdına varmak için tanrı'yı gören köpek adlı hikâye toplamını okumak yetti. müteveffa rekin teksoy'un çevirdiği gerçeküstü, absürt, grotesk hikâyeler freud'un sözünü ettiği tekinsizin psikolojisini yordamak için ideal fenomenler sunuyor. misal:

    göğü baştan başa kaplayan bir pençe-yumruk (poevari fantastik)

    hastaların tıkıştırıldığı yedi katlı hastane

    ölü eşkıyaların sökün ettiği ormanlar

    kıyametvari bir âlem içre ansızın tak tak deyü vurulan kapılar

    sonsuz bir savaşa başlayan, fakat evine dönemeyen makine-askerler (kafka'dan ziyade borgesvari bir öykü)

    ve daha niceleri. tam kesinlikte kafkaesk bir edebiyat lezzeti vadediyor dino buzzati. bayıldım.

    not: tanrı'yı gören köpek adlı uzun hikâye, sadık hidayet'in "aylak köpek" adlı iç burkan hikâyesiyle yan yana okunursa edebi zevk iki katına çıkabilir.
  • tanrı görmüş köpek olark çevrildiğine de rastladığım defalarca okunası kitap. içindeki öyküler yeteri kadar uzun, sıkmayacak kadar kısa, insanı keyiflendiren (kahkaha attıran demiyorum, hoş olmayan durumları anlattığında bile boğmayan) ve akılda yer eden cinsten.
  • bir dino buzzati kitabı. unutulmaz öykülerle doludur. beş on kez okunmalı.
  • aşk, hepimizin hayatında en az bir kez tattığı o güzel duygu, hiçbir yerde bu kitapta bulunan boşuna çağrı adlı öyküdeki kadar yalın anlatılmamıştır:

    "belki sen haklısın, denemek aptallık olacak. ama hiç olmazsa, evet hiç olmazsa seni görmek isterdim. ne olursa olsun şu ya da bu biçimde birlikte olurduk, keyiflenirdik. gece ya da gündüz, yazın ya da güzün, bilinmedik bir ülkede, dökülen bir evde, ruhsuz bir otelde, hiç önemi yok. yanımda olman yetecek. ben -söz veriyorum- burada durup çatıların gizemli çatırtılarını dinlemeyeceğim, bulutlara da bakmayacağım, ne de müziğe ya da rüzgara kulak vereceğim. sevsem de, bu anlamsız şeylere boş vereceğim. dediklerimi anlamayacak, bana yabancı olaylardan söz edecek, eski giysilerden, paradan yana yakınacak olursan, sabırlı davranacağım. şiirler, ortak umutlar, sevdaya onca dost hüzünler olmayacak. ama sen yanımda olacaksın. ve göreceksin yeterince mutlu olacağız, çok yalın bir biçimde, yalnızca erkekle kadın olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi."
  • emek sahnesi'nde bir grup çiçeği burnunda mezun konservatuar oyuncu grubu tarafından izleyip çok beğendiğim oyun. umarım yeni sezonda da oynarlar.

    dino buzzati'nin bu hikayesini çok severim. dini mitlerin yayılışını ve korkunun ahlak üzerine etkisini kafkaesk bir atmosferle anlatır. tiyatroya ben metin diyalog olarak aktarıldığını düşünmüştüm ilkin, izlerken şaşırdım ve çok takdir ettim. hikayeyi cümle cümle fiziksel tiyatro yaparak oynadılar. sahnedeki harmoni, birlikte hareket ve sahne zamanlaması (timing) başarılıydı. göze batmayan küçük hatalar oldu ama genelinde hikayenin atmosferi oyuncuların yüksek enerjisiyle seyirciye geçti. bol alkış. fiziksel tiyatro çalışmalarının artması beni heyecanlandırıyor. kalimera!
  • tanrı ile karşılaştığındaki olası repliğin şu şekilde geliştiğini düşünüyorum:

    - hav!
    -
    - hav hav!
    -
    - h...
    -
    -
    .
    buzzati unutulmuş bir kafka'dır. bu kitabının dışında tatar çölü adlı muhteşem romanında da tanrı ile, zaman ve kader ile büyük bir hesaplaşma içine giriyor yazar. *
  • dino buzzati ' nin öykü kitabıdır. yedi kat adlı bir öyküyü barındırır, güzeldir.
  • “seninle -bırak da söyleyeyim- bir kasım günbatımında, gökyüzü tam billur gibiyken, kol kola kentin büyük caddelerinde yürüyebilsem. yaşamın hayaletleri kubbelerin üstünden koşmaya, sokakların çukurunun dibindeki, tasa yüklü mutsuz insanları sıyırmaya başladıklarında. mutlu dönemlerin anıları, yeni belirtiler, arkalarında bir tür müzik bırakarak, başların üstünden geçtiklerinde. çocuksu, saf bir gururla, başkalarının, yanımızdan sel gibi geçen binlerce, binlerce kişinin yüzlerine bakarız. bilmeksizin sevinç ışıkları göndeririz onlara, hepsi bize bakmak zorunda kalır ama kıskanarak, kötü niyetle değil; tersine biraz gülümseyerek, akşamın aracılığıyla insanın zayıflıklarını iyileştiren iyilik duygusuyla. ama sen -çok iyi anlıyorum- billur gökyüzüne, son güneşin vurduğu dizi dizi uçaklara bakacak yerde vitrinlere, altınlara, zenginliklere, ipeklere, aşağılık şeylere bakacaksın. bu nedenle hayaletleri de fark etmeyeceksin, ne geçip giden önsezileri hissedeceksin ne de benim gibi, övülesi bir yazgının seni çağırdığını. ne o müzik türünü işiteceksin ne de insanların bize niye iyi gözle baktıklarını anlayacaksın. anlamsız yarınını düşüneceksin ve çan kulelerinin altın yontuları boş yere kılıçlarını kaldıracak güneşin son ışınlarına, senin üstünden. ve ben tek başıma olacağım. çaresi yok. belki aptallık bütün bunlar, yaşamdan bunda beklentin olmadığı için, benden daha iyisin. belki sen haklısın, denemek aptallık olacak. ama hiç olmazsa, evet hiç olmazsa seni görmek isterdim. ne olursa olsun şu ya da bu biçimde birlikte olurduk, keyiflenirdik. gece ya da gündüz, yazın ya da güzün, bilinmedik bir ülkede, dökülen bir evde, ruhsuz bir otelde, hiç önemi yok. yanımda olman yetecek. ben -söz veriyorum- burada durup çatıların gizemli çatırtılarını dinlemeyeceğim, bulutlara da bakmayacağım, ne de müziğe ya da rüzgara kulak vereceğim. sevsem de, bu anlamsız şeylere boş vereceğim. dediklerimi anlamayacak, bana yabancı olaylardan söz edecek, eski giysilerden, paradan yana yakınacak olursan, sabırlı davranacağım. şiirler, ortak umutlar, sevdaya onca dost hüzünler olmayacak. ama sen yanımda olacaksın. ve göreceksin yeterince mutlu olacağız, çok yalın bir biçimde, yalnızca erkekle kadın olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi.

    ama sen -şimdi düşünüyorum da- çok uzaklardasın, aşılması zor yüzlerce, yüzlerce kilometre ötedesin. bilmediğim bir yaşamın içindesin, yanında başka erkekler var, belki de gülümsüyorsun onlara, geçmişte bana gülümsediğin gibi. beni unutman için, birazcık zaman yeterli oldu. belki adımı bile ansımayı beceremiyorsundur şimdi. artık ben senden çıktım, sayısız gölgelerin arasına karıştım. oysa ben hep seni düşünüyorum ve bunları sana söylemek de hoşuma gidiyor.”

    dino buzzati
  • #33544304 öykünün başındaki ilk iki bölümü de ben yazayım,
    boşuna çağrı
    bir kış akşamı bana gelsen, birbirimize sarılıp camların ardından karanlık, buz tutmuş sokakların ıssızlığına bakarak, bilmeden birlikte yaşanan masal kışlarını ansırız. gerçekten, senle ben, aynı büyülü patikalardan korkak adımlarla geçtik, birlikte kurt dolu ormanlara gittik, aynı periler, kulelerden sarkan yosun tutamlarından bizi gözledi, kargaların uçuşmaları arasında. ve belki ikimiz de oradan, bizi bekleyen gizemli yaşama doğru baktık. ilk kez orada, içimizde çılgın, taze istekler titreşti. “ansıyor musun?”diyeceğiz, sıcak odada yavaşça birbirimize sarılarak ve sen bana güvenerek gülümseyeceksin, dışarıda rüzgarın sarstığı saçlar hüzünlü bir ses çıkarırken. ama sen –şimdi ansıyorum- eski adsız kralların, devlerin, büyülü bahçelerin masallarını bilmezsin. kaçırılıp, insan sesiyle konuşan gizemli ağaçların altından geçirilmemişsindir hiç, ne ıssız bir şatonun kapısını çalmışsındır ne de kutsal teknenin beşiklik ettiği doğu yıldızlarının altında uyumuşsundur. camların ardında, kış akşamı, büyük olasılıkla sessiz duracağız, ben ölü masallara dalacağım, sen benim bilmediğim başka tasalara. “ansıyor musun?” soracağım sana, ama ansımayacaksın.
    bir bahar günü, kül rengi gökyüzü altında, rüzgar sokaklarda geçen yıldan kalma üç-beş eski yaprağı sürüklerken, kenar mahallelerde dolaşsam seninle; günlerden de pazar olsa. bu mahallelerde sıklıkla hüzünlü, kocaman tasalar ortaya çıkar, belirli saatlerde de şiir kol gezer, birbirlerini sevenlerin yüreklerini birleştirerek. ayrıca, evlerin ardındaki sonsuz ufukların, geçip giden trenlerin, kuzey bulutlarının desteğiyle, ağır ağır yürüyeceğiz, anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söyleyerek. kocaman lambalar yanıncaya, soluk yapılardan uğursuz kent öyküleri, serüvenler, sevda oynaşmaları çıkıncaya dek. bunun üzerine hep el ele tutuşarak susacağız, çünkü ruhlar konuşacak sözcüksüz olarak. ama sen – şimdi ansıyorum – bana hiç anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söylemedin. demek ki, ne sözünü ettiğim pazarı sevebilirsin, ne ruhun sessizce benim ruhumla konuşmayı bilir, ne saati geldiğinde kentin büyüleyiciliğini anlarsın ne de kuzeyden inen umudu. sen ışıkları, kalabalığı, sana bakan erkekleri, şansın kol gezdiği söylenen sokakları yeğlersin. benden başkasın sen, o gün dolaşmaya gelecek olsan yorulduğun için yakınacaksın, yalnızca yakınacaksın, başka bir şey demeden.
  • (bkz: dino buzzati)'nin hayran olduğum öyküsü.

    birgün artık tanrı'nın uğramadığı ya da uğramadığına inanılan bir köye ermiş ve köpeği uğrar. ermişin gelişiyle birlikte köy halkı, tanrının ışığını gördüklerini iddia etmeye başlarlar. daha sonra da ermiş ölür. ancak köylüler, ermişin ölümünden sonra köye gelen köpeğin, tanrı'yı gördüğünü ve yaptıkları her davranışı tanrı'nın gözüyle izlediğine inanırlar. artık kiliseye gidiyor, gizlice köpeğe yardım ediyor, uygunsuz bir çok şeyi yapmayı tercih etmiyorlardır. köpeğin varlığı onlara huzursuzluk veriyor olsa dahi hiçbir şey yapmazlar. köpekten kurtulmak için çaba harcamaz aksine ona yardım dahi ederler.
    ilahi bir gücün tüm davranışlarımızı uzaktan izliyor ve bizi yargılıyor olması, yapacağımız eylemlerin çoğunu bu öyküdeki gibi kısıtlıyor mu gerçekten? bir çoklarımız için evet. tabii bir de birbirini takip eden davranış biçimleri yerini artık yerleşmiş kurallara mı bırakmıştı? bir noktada bu da doğru bir önerme sayılabilir. çünkü köpeğin ölümü köylülerde bir rahatlama sağlamamıştı. hem eski davranışları onlara bayağı gelmeye başlamıştı hem de bir köpek tarafından denetlenip, davranışlarını bu yüzden değiştirdiklerinin duyulmasından endişe etmişlerdi.
hesabın var mı? giriş yap